fbpx
Spor Ekonomisi

Spor endüstrisinin büyümesiyle başlayan spor ekonomisi, bireylerin, işletmelerin ve örgütlerin spor ürünlerine odaklanıp, işletme faaliyetleri başlatarak oluşturdukları pazarı kapsar. Spor endüstrisinin gelişimiyle birlikte spor ile ilgili üretilen ürünler ve aynı zamanda hizmetlerde büyük bir artış yaşandı. Bu noktada modern hayata sporun entegre edilmesinin de büyük bir payı oldu. İnsanların yoğun çalışma günlerinde dahi doğru bir zaman planlaması ile spora daha fazla vakit yaratmaları sporun ekonomi üzerinde etkilerinin oluşmasını ve bu etkilerin artmasını sağladı. Oluşan ve ekonomi üzerinde büyük bir pay sahibi haline gelen spor ekonomisi, spor ürünlerinin ve hizmetlerinin hem üretilmesi hem de tüketilmesi ile ilgileniyor. Tabii öncesinde spor ekonomisini oluşturan unsurlardan bahsetmem gerekiyor.

SPOR EKONOMİS HANGİ UNSURLARDAN OLUŞUR?

Spor ekonomisini; spor organizasyonları, spor işletmeleri, spor medyası, spor teşkilatları, spor ürünleri, spor teknolojisi ve spor pazarlaması oluşturur. Peki, nedir bunlar? Spor ekonomisinin oluşmasını, büyümesini ve gelişmesini sağlayan en önemli unsur spor organizasyonlarıdır. Bunun sebebi ise düzenlenen organizasyona bağlı olarak yapılan reklamlar, sponsorluklar, oynanan bahisler, bilet satışları ve tabii yayın hakkı gelirleridir. Tüm bunlar bir organizasyonda büyük para akışlarının olmasını sağlar. Düzenlenen organizasyonlar için pazarlama aşamasını oluşturan spor işletmeleri de bu aşamada spor ile ilgili tüm ürün ve hizmetlerle ilgilenerek spor ekonomisinin temelini oluşturur.

Modern hayata hızla entegre olan ve büyük bir ilgiyle takip edilen spor için yapılan yayınlar spor medyasının içinde yer alır. Oldukça yüksek bir ilgiyle takip edilen bu yayınlar sayesinde de spor medyasına yapılan yatırımlar arttı ve böylece spor ekonomisine büyük bir katkı sağladı. Tabii spora olan ilgi yalnızca organizasyonları takip etmekle kalmıyor. İnsanlar takip ettikleri spora özgü ürünlere de gün geçtikçe daha fazla ilgi göstermeye başladı. Öyle ki gösterilen bu ilgi sayesinde bu ürünler spor ekonomisinin hacminde %50’den fazla bir paya sahip.

Spor ekonomisi yalnızca takip edenleri tarafından değil aynı zamanda sporcular, yöneticiler, örgütler, tesisler ve organizasyonlar tarafından da oluşturuluyor. Saydığım tüm bu unsurlar spor ekonomisinin temelini ve politikalarını belirliyor akabinde sporcuların performanslarını artırabilmek ve/veya ihtiyaçların giderebilmek için var olan spor teknolojisi de ekonominin önemli unsurlarından. Tüm bunların yanında reklam, tanıtım, satış, program geliştirme, fiyatlandırma ve dağıtım gibi faaliyetleri yerine getiren spor pazarlaması da hem sporcuların hem de spor severlerin ihtiyaçlarına hitap ederek spor ekonomisine katkıda bulunuyor.

SPOR EKONOMİSİ KISA SÜREDE GELİŞME VE BÜYÜME KAYDETTİ

Spor ekonomisinin kısa sayılabilecek bir sürede gelişme ve büyüme kaydetmesi, spor sektörüne yeni spor işletmelerinin giriş yapması, yeni ürün ve hizmetlerin üretilmesini sağlayarak spor endüstrisine katkıda bulunulması, farklı spor dallarına hem kadın hem de erkek birçok yeni sporcunun katılması, sporun insanların hayatında daha fazla yer edinebilmiş olması hem spor organizasyonlarına olan ilginin son derece artması ve kitlesinin büyümesi hem de sosyal medyanın gücü ile birlikte olmuştur.

BLOG’DA ÖNCEKİ YAZIM: SPOR BİR LÜKS DEĞİLDİR!

“Spor yapmak” dendiği zaman artık aklımıza doğrudan “Maddiyat” geliyor. Oysa spor, herkesin yapmakta hak sahibi olduğu hem fiziksel hem de zihinsel gelişim sağlayan bir olgu. Öyle ki 2015 yılında UNESCO, beden eğitiminin, fiziksel aktivitenin ve spor uygulamasının herkes için temel bir hak olduğunu söylemiş. Peki neden aklımıza doğrudan “Maddiyat” geliyor? Cevabı aslında oldukça basit; çığ gibi büyüyen ekonomik krizler ya da problemler ve devamında gelen gelir eşitsizlikleri.
Başlayan ve bir türlü sonu gelmeyen aksine her an daha da büyüyen ekonomik krizler sonucunda yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada insanlar arasındaki maddi farklar artış gösterdi. Rakamlar büyüdükçe insanların yoksulluk seviyesi de büyüdü. Dolayısıyla her şeyden tasarruf etmek hatta zamanlarından bile tasarruf etmek zorunda kalan bir kesim ortaya çıktı ve maalesef ki bu kesim yoksullukla mücadele eden kesim oldu. Kendileri için herhangi bir şey yapamıyorken yapamadıkları şeyler için bile yeri gelince fedakârlık yapmak zorunda kalan bu kesim tüm ekonomik sıkıntılardan en çok etkilenen kesim oluyor. Dolayısıyla yalnızca para ile yapmak zorunda olmadıkları spor için bile fedakârlık yapmak zorunda kalıyorlar. Bu tür problemlerin çözümü her ne kadar hükümetler tarafından yapılacak da olsa bu problem ileride karşımıza sosyal beceri yönünden gelişmemiş ya da gelişememiş(!) bireyler çıkaracak. Sporun yalnızca vücut geliştirme olduğunu düşünenler için bu her ne kadar büyük bir sorun teşkil etmese de gelecekteki nesillerimiz birçok yetiden ve yetenekten yoksun olacaklar. Bu durum ise yalnızca bireysel hayatlarını değil toplumu ve ülkeyi tehdit edecek. “O kadar da değil” diyenler mutlaka olacaktır fakat spor Atamızın da dediği gibi zekâ geliştirir, ahlak getirir günün sonunda da ülke kalkındırır.

Ülke Ekonomisi Kötüye Gittikçe Spor ile Büyümeyen Nesil Artıyor!

Doğduğumuz günden itibaren temel haklara sahip olmamızın yanı sıra eğitim, etkinlik, aktivite ve spor da hepimizin hak sahibi olduğu bir alan aslında. Spor alanında her ne kadar bir merkeze gitmeden, açık söylemek gerekirse bir ücret ödemeden, spor yapabiliyor olsak da yazımın içerisinde değinmek istediğim ve belirtmek istediğim nokta bu durumdan biraz daha farklı. Ekonomilerin kötüye gitmesi, zengin ve yoksul arasındaki farkın giderek artması, kazanılan paraların rakamsal olarak büyüyor olmasına rağmen tüketim için “Mecburi” harcanan rakamların da aynı oranda artıyor olması insanların hem maddi olarak hem de zihinsel olarak yorulmasına sebep oluyor. Hayata tutunabilmek için yeri geldiğinde gününün çoğunu çalışarak geçirmek zorunda olan insanlar kendilerine kalan vakitlerde de doğal olarak spora ya da başka bir aktiviteye enerji bulamıyor. Aileler, çocuklarını daha fazla enerji atabilmeleri, fiziksel gelişimlerini daha iyi tamamlayabilmeleri için ya da zihinsel gelişimleri için de faydalı olacağını düşünmelerine rağmen spora gönderemez oldu. Burada gönderememe sebepleri tamamen hayat ile verdikleri maddi mücadele. Bir spor merkezine üye olmakla işin tamamlanmadığını bilen aileler, ekipmanlar ve aylık ödemeler vs., çocuklarını da mecburen geride tutmak zorunda kalıyor. Bu konunun oldukça önemli olduğu kanısındayım. Zira sosyal becerilerin kazanılmasında ve geliştirilmesinde oldukça önemli ve büyük bir paya sahip olan spordan yoksun bir şekilde büyüyen çocuklar gelecekte de hem zihinsel hem de sosyal olarak birçok yetenekten, yetiden ve motivasyondan eksik olan bireyler haline gelecek.

“Neden spor salonuna gitmeliyim?” diye kendimize sorduğumuzda onlarca sebep bulabiliyoruz. Peki ya; “Neden bir spor salonuna üye olmam?!” Bugün sizlerle bu konu hakkında biraz sohbet etmek istiyorum. Spor yapmak kişinin hem fiziksel hem de mental sağlığı için oldukça önemlidir. Birçok kişi spor yapmanın yalnızca bedeni üzerinde bir etkisi olduğunu düşündüğü için buna ihtiyaç duyduğu zaman spor salonu araştırmaya başlar. Halbuki spor mental sağlık üzerinde de etkilidir. Kişinin rahatlamasını, günün ve hayatın stresinden uzaklaşmasını, kendisini daha enerji dolu hissetmesini ve dolayısıyla kaliteli bir yaşam geçirmesini sağlar. Aslına bakılırsa spor salonuna kayıt olmak ya da spor yapmak ile ilgili asıl hata sporun kişinin bedenini anında değiştireceğine inanılmasıdır. Değişimden kast ettiğim ise spor yapmaya başlandığında kilo verileceği ve sağlığın muhteşem olacağı inanışı… Bu yüzden de insanlar genelde spor yapsam mı yapmasam mı, bir salona üye olsam mı olmasam mı diye arada kalır ve karar veremez. Bunun gibi kararsızlık yaşayan kişilerin öncelikli olarak bilmesi gereken ise spor yapmaya karar vermek ve spor salonuna kayıt yaptırmak kilo vermek ve sağlığı daha kaliteli bir hale dönüştürmek için yeterli değildir, en azından tek başına yeterli değildir. Şöyle bir inanış vardır; üyelikten kârlı olan, kayıt alan spor salonu olacak. Aslında spor salonları kayıt yaptıran ve devamlılık sağlamayan üyeleri değil devamlılık sağlayan üyeleri sever. Kayıt olan ve devamlılık sağlayan üyeler fiziksel ve mental değişimlerini gördükçe çevrelerine gittikleri salonu ve eğitmenlerini tavsiye edeceği için salonlar devamlılık sağlayan üyelere daha fazla önem verir. Şimdi biraz da bir spor salonuna üye olup olmama konusunda kararsız kalanlar için birkaç tavsiye vermek istiyorum.

Spor Salonundan Verimli Bir Sonuç Alabilmek İçin Dikkat Edilmesi Gerekenler

Spor salonuna üye olmak istediğinize karar verdiğinizi fakat yine de harekete geçemediğinizi varsayalım. Üye olacak mısınız yoksa olmayacak mısınız? Harekete geçmek için dikkat etmeniz birkaç nokta var aslında. Öncelikle zamanınızı iyi bir şekilde yönetebilmeniz için gideceğiniz salonun bulunduğu lokasyon oldukça önemli. Özellikle çalışıyorsanız gününüzü iyi planlamanız gerekir. Mesainize başlamadan önce büyük bir koşturma yaşamamanız ya da mesainiz bittikten sonra yorgunluğunuza bir de yol süresi eklenmemesi için seçeceğiniz spor salonunun konumu en önemli maddelerden biridir. Sonrasında ise işletmenin seçtiği ekipmanlar gelir. Nasıl ki tüm ayakkabılar rahat değilse tüm ekipmanlar da aynı görevi görmez ve bazen kişiye rahatsızlık verir. Bu nedenle ekipmanlar sağlığınız ve devamlılığınız için önemlidir. Daha önce spor yapmadıysanız ya da bir şekilde devamlılık sağlayamadıysanız seçeceğiniz salonun grup derslerine önem vermelisiniz. Grup dersleri daha keyifli spor yapmanızı sağlayacağı için spor yapmaya alışmanıza ve devamlılık sağlamanıza katkıda bulunur. Nasıl bir program ile ilerlemeniz gerektiğini ise eğitmenler sizi analiz ederek daha iyi oluşturur. İletişim kurabileceğiniz ve rahatça fikir alabileceğiniz eğitmenlerin olup olmadığına özen göstermelisiniz. Dikkat etmeniz gereken son iki tavsiyem ise spor salonunun fiyat politikası ve hijyeni. Aylık gelirinizin %10’u spor yapmanız için oldukça yeterlidir ki aslında ülke çapında spor salonlarının ücretleri genelde günlük bir paket sigaradan daha uygun bir fiyata denk gelir. Hijyen ise yüksek lisans tezimde incelediğim en önemli konuydu. Spor salonlarının hijyen kuralları sağlığınız için en önemli madde özellikle de pandemi başlangıcından itibaren daha da önemli bir hale geldi. Bir salonun hijyeni hakkında daha iyi karar verebilmeniz için öncelikle duş bölümüne bakabilirsiniz.

Sonuç olarak bir spor salonuna üye olup olmama konusunda kararsızsanız yukarıda verdiğim tavsiyeleri bir kez daha inceleyin. Eğer bu noktalardan en az 3 tanesi sizin için uygunsa spor salonuna üye olmamanız için hiçbir sebep yoktur. Peki, cevabım “Bu tavsiyelerin hiçbiri benim için uygun değil” diyorsanız işte o zaman “Neden üye olmam?” sorusunu kendi kendinize cevaplamış olacaksınız.

Bu maddelerden en az üçünün size uyduğu bir yer bulun ve mutlaka spora başlayın.

İyi pazarlar dilerim…

Neredeyse sonuna geldiğimiz 2021 yılı “Hız” olarak tanımlanabilir, sanıyorum. Bugün doğru olarak bildiğimiz yarın yanlış ya da hatalı olabiliyor. Bugün hayalini kurduğumuz yarın önemsiz kalabiliyor. Bugün son teknoloji gördüğümüz yarın geri kalabiliyor ya da bugün imkansız bulduğumuz yarın gerçekleşebiliyor. Kısacası şu an yaşadığımız dünya yavaş değil oldukça hızlı dönüyor ve değişiyor. Dolayısıyla hayata adapte olmamız ve kendimizi devamlı olarak geliştirmemiz gerekiyor. Doğrunun ve bilginin her zaman aynı kaldığı inancımızdan kopmamız gerekiyor. Doğrunun bir tane olmadığına ve bilginin her an değişebileceğine bu nedenle de yeniliklere her zaman açık olmamız gerektiğine ikna olmamız gerekiyor. Bunu yapabilmemiz için de eskiden bildiğimiz ve inandığımız şeylerin sonsuza dek aynı kalmayacağını kabullenmemiz gerekiyor. Bir bebek düşünelim. Hiçbir şey bilmediği için duyduğu, gördüğü ve deneyimlediği her şeyi anında öğrenir ve öğrendiği her şeyin üzerine koymaya devam eder. Bizlerin de çağdan geri kalmaması için öğrendiği her şeyin üzerine koyması ve gerektiğinde eskiden bildiği şeyleri unutması gerekiyor. Eski zamanlarda kendini geliştiremeyenlerin yalnızca okuma-yazma bilmeyen, eğitim görmemiş kişiler olduğu söylenirdi. Sizce geldiğimiz 21. Yüzyılda da cahillik yalnızca eğitimsiz kişilerden mi oluşuyor? Eğer yalnızca eğitimsiz kişilerden oluşsaydı geldiğimiz noktada mı olurduk?

Bilginin insanların ve insanlığın şah damarı olduğu söylenir. Aslına bakarsanız oldukça da yerinde bir söylem. Ama sanıyorum bu sözü söyleyen kişi de 20 yıl öncesindeki bilginin bugün şah damarımız olduğunu düşünerek söylememiştir. Yalnızca toplum değil insanlık olarak bir kere öğrendiğimizi sonsuza dek diretme, yeniye ve değişene karşı ön yargı, eski ile bugünü devam ettirmeye çalışma gibi sorunlarımız var. Bu sorunlar duyduğumuz her şeye inanmamıza, bir kere inandığımız kişinin hataları varsa da görmezden gelmemize sebep oluyor. Döneminin ünlü politikacısı Joseph Goebbels için atıfta bulunan bir kişi şu sözü söyler; “If you repeat a lie often enough, it becomes truth politics”. Yani, “Eğer bir yalanı devamlı dinlerseniz o artık gerçek politik olur”. Tek cümle ile özetlenebilen, yaşadığımız ve tanık olduğumuz bu dönem için yine de söylemek istediğim bazı şeyler var.

Yazının icadından bugüne milyonlarca bilginin doğduğunu, öldüğünü, gelişerek yenilendiğini düşününce içinde bulunduğumuz çağda insanların yenilenmeye, gelişime kapalı olmasını anlayamıyorum. Okuma yazma bilmemenin değil okumamanın ve araştırmamanın verdiği eskiye dönüklük ya da eskide sabit kalma halimiz yüzünden yalnızca duydukları ile hareket eden bireyler olduk. Kulaklarımızı tıkasak, gözlerimizi kapatsak yine de bilgiye(!) maruz bırakıldığımız dünyada yanlış olduğunu da bilsek üşenmekten gerçeklere ya da doğru bilgilere kendimizi kapatır olduk. “Monoton” ve “Tekdüze” kelimelerinin fazlasıyla kullanıldığı bugünlerde bunun sebebini sorgulamaz olduk. Yaşadığımız hayatı başkalarının değiştirmesini beklerken değişmedikçe şikayetlenir kötüye giderse de ya susup oturur ya da suçu kendimizde değil yalnızca başkalarında arar olduk. Küçücük bir merakımız olsa fitili ateşlenecek ve bilgiye, yeniliğe, gelişime aç hale geleceğiz belki de. Sokrates’in dediği gibi aslında; “Bilgelik merakla başlar”. Biz tüm insanlık olarak bilgeliğe değil yalanlara inanmaya ya da eskilerde kalmakta ısrar etmeye merak saldık. Bu konuda Amerikalı füturist Alvin Toffler çok güzel bir söz söylemiş;

“21. Yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, öğrenmeyen, öğrendiği yanlışlardan vazgeçmeyen ve yeniden öğrenmeyenler olacak”.

Günümüzden 20 yıl öncesinde hangi sektörde olursak olalım en büyük rakibimiz kendi sektörümüz içerisinde yakınlarımızda bulunan diğer şirketler oluyordu. Bu nedenle de kendimize rakiplerimizi göz önüne alarak sektörel bazlı stratejiler belirliyorduk. Rakiplerimizin farkında ve bilincinde olduğumuz için onları analiz ediyor, fiyat politikalarımızı ve satış stratejilerimizi de rahatça belirleyebiliyorduk. Örneğin bir spor salonu isek etrafımızdaki diğer spor salonlarının sahip oldukları ürün ve hizmetlere, uyguladıkları fiyat politikalarına ya da çalışma saatlerine bakıyorduk. Kendimizde eksik ya da yanlış olanı bulup buna göre revize gerçekleştiriyorduk. Ayrıca o dönemlerde rekabet halinde olduğumuz yerler neredeyse yalnızca kendi sektörümüz ile ilgili oluyordu. Farklı sektörlerden işletmeler ile rekabet etmemizi gerektirecek bir neden oluşmuyordu. Fakat günümüzde işler değişti. Artık rekabet yalnızca sektörel bazlı değil adeta sektörler arasında yapılıyor. Gelişen teknoloji insan hayatını kolaylaştırırken işletmeler arasındaki rekabeti de artırıyor.

RAKİBİMİZ ONLİNE!

Günümüzde herhangi bir ürün ya da hizmeti satın almak için mağazaya gitmemiz gerekmiyor. E-ticaret siteleri, mobil uygulamalar ve hatta sosyal medya uygulamaları… Tüm bunlar bir nevi alışveriş merkezi haline geldi. Market alışverişleri, giyim alışverişleri, teknoloji, elektronik… Kısacası günlük hayatımızda satın aldığımız her şeyi artık oturduğumuz yerden satın alabiliyoruz. Ayrıca bahsetmiş olduğum bu konu yalnızca ürün satışları için değil aynı zamanda hizmet satışları için de geçerli. Hızlı ve kolay bir şekilde hizmet satışı yapan yerlere de ulaşabiliyoruz. Bunu örneklemek gerekirse bir spor salonu ve spor hocası düşünebiliriz. Eskiden spor yapmak isteyen bireyler bunu yalnızca salonlara giderek yapabiliyordu. Şimdi ise spor yapmak isteyen bireyler bunu yalnızca salonlara giderek değil evlerinde hatta iş yerlerinde bile yapabiliyor. Üstelik isterlerse dünyaca ünlü kişiler eşliğinde bile yapabiliyorlar. Dolayısıyla spor merkezlerinin tek rakibi artık yanı başlarında olan merkezler olmaktan çıkıyor.
İnsanların hızlı ve kolay bir şekilde ulaşabildiği internet sayesinde seçeneklerinin artması işletmeleri ne denli olumlu ya da olumsuz etkiliyor, tartışılır. Fakat günlük hayatın koşturması içerisinde insanları zamansal olarak oldukça olumlu yönde etkilediği kesin. Peki internet dünyası nasıl en büyük rakibimiz haline dönüştü?
Sevdiğimiz bir kişiye çiçek almak istediğimizde yalnızca çiçekçilere giderken bir süre sonra internet üzerinden adreslerine gönderebilir hale geldik. Şimdi ise çiçek almak istediğimizde yalnızca çiçek satan e-ticaret sitelerinden değil birçok farklı platformdan satın alabiliyoruz. Bunlara market amaçlı açılmış siteler, büyük alışveriş uygulamaları da dahil. Bir tek uygulamada birçok farklı sektöre ait ürünün ve hizmetin satılıyor olması rekabet, sektörel bazlı değil sektörler arası etkiliyor ve artırıyor. Dolayısıyla şirketlerin ve mağazaların da pazarlama stratejilerini tüm bunları göz önünde bulundurarak geliştirmesi gerekiyor. “Değişim” tüm soruların temel cevabıdır, unutmayın. Bu konuda bir kitaptan alıntı yaparak sözlerimi bitirmek istiyorum.
“İster küreselleşme deyin, ister yeni ekonomi… Bilginin dünyayı ışık hızıyla döndüğü, tüketicilerin seçeneklerinin tüm dünyayı kapsadığı ve tüketicinin bilincinin yükseldiği, yani müşterinin kral olduğu bu dünyada, acımasız küresel rekabetin yerel kurbanları olmak istemiyorsanız değişin!”

İnsanları etkilemenin türlü yolları var. Retorik bu yollardan bir tanesi. İster sözlü ister yazılı ister görsel… Hangisini tercih ederseniz edin “Retorik Sanatı” sayesinde insanları etkilemek ve ikna etmek her zamankinden çok daha etkili ve kolay. Günümüzde pek çok örneği var aslında, “Hitabet” dersem belki hepinizin aklında bu sanatın ne olduğu tam anlamı ile canlanır. 2500 yıl önce insanları ikna etmenin düşünceyi aynı oranda güvenilir kıldığına inanan Yunanlılar ve Romalılar bu sanatı oldukça güzel bir şekilde kullanmış. Sanatın çıkış ve yayılış temsilcisi olan Aristoteles ise bu sanatın “Ethos, Pathos, Logos” olmak üzere 3 ayrı yöntemi olduğunu savunmuş. Karakter ve itibar sahibi olarak görünmek isteyenlerin Ethos, bir şeyin duygularla söylenmesinin ne söylendiğinden daha önemli olduğunu düşünenlerin Pathos, en önemli şeyin ne söylendiği olduğunu düşünenlerin ise Logos yöntemine başvurması gerektiğini söylemiş. Bu sanatın pazarlama ile ilgisi ise şöyledir. Bir satış personeli müşterilerinin karşısına işine karşı özenli olduğunu gösterebilmek için şık bir şekilde çıkar. Burada şık giyinmek retorik sanatında “Ethos” yöntemini işaret eder. Satışını yaptığı ürün ya da hizmet ile ilgili söylenecek sözleri daha önceden çalışması Logos yöntemini, müşterilerinin ihtiyaçlarını anlayabilmek için onlardan alacağı cevaplara ihtiyacı olduğunu anlatması ise Pathos yöntemini işaret eder. Sonuç olarak “Retorik (Söz Söyleme) Sanatı” nın kullanılmadığı bir alan yoktur. Öyleyse satış sektöründe retorik sanatını nasıl kullanabiliriz?

İşi İkna ve Satış Olanlar Bir Retorik Sanatçısı Olmalıdır!

Retorik sanatının genellikle konuşma üzerinden yapıldığını bilenler satış sektörü ile arasında bir bağ kuramazlar. Fakat retorik sanatı tek taraflıdır. Yalnızca bir taraf diğer tarafı etkilemeye çalışır. Satış sektöründe de bu sanatı satış personeli kullanır. Böylece müşterisini etkileyebilir ve ikna edebilir. Ancak burada atladığımız başka bir nokta daha var. Retorik sanatını kullanan ilgili satış personeli yalnızca müşterisini etkilemekle ve ikna etmekle kalmaz aynı zamanda aktif ve pozitif bir iletişim bağı kurmayı başararak temsil ettiği markanın da değerini artırır.
Satış sektöründe müşteri ile ilişki kurarken dikkat edilmesi gereken noktalar var. Daha önceki yazılarımda bu noktalara değinmiştim. Burada retorik sanatının satış sektöründe ne şekilde kullanılması gerektiğine değinmek istiyorum. Öncelikle müşterilerinizle ilk dakikadan ikna konuşmaları yapmamalısınız. Zira söylediğiniz her söze dikkat eden günümüzün bilinçli müşterileri konuşmalarınızın ve güvenilirlik çabanızın sığ olduğunu düşünecektir. Bu nedenle ilk olarak yapmanız gereken markanızı, ürün ya da hizmetinizi ve kendinizi olabildiğince şeffaf bir şekilde müşterinize yansıtmak. Böylece müşterileriniz sizin manipülatör olduğunuzu düşünmeyecek, samimiyetinize inanacak ve söyleyeceğiniz sözlere hem değer hem de önem vermeye başlayacak. Satışını yaptığınız ürün ya da hizmeti ve markanızı anlatırken objektif davranın. Bu sayede verdiğiniz bilgiler müşterilerinizin zihninde kendiliğinden kanıtlanmış olacak. Son olarak anlattığınız her ayrıntıyı somut kalıplarla örnekleyin, söylediğiniz her sözde kelimelerinizi dans ettirin ve değerinizi artırın. Satış, ikna etmekten geçer. İkna etmek için iyi bir “Retorik Sanatçısı” olun.

Müşteri memnuniyeti sağlamak sizce yalnızca müşterileri mutlu etmek için mi önemli? Aslına bakılırsa müşteri memnuniyeti hem müşteriler için hem de satış yapan kişiler yani marka için oldukça önemli. Her sektörde olduğu gibi satış sektöründe de rekabet fazlasıyla yüksek. Kendi markanız için rekabeti azaltabilmeniz, çok daha etkili bir şekilde reklam yapabilmeniz ve farkınızı ortaya koyarken yalnızca ürünlerinize/hizmetlerinize değil de doğrudan kendinize olan güveninizi kullanabilmeniz için en doğru yöntem müşteri memnuniyeti sağlamaktır. Peki müşteri memnuniyetinin önemli olup olmadığına mı değinmeliyim yoksa müşteri memnuniyetinin sağladığı önemli noktalara mı? Ben bu yazımda müşteri memnuniyetinin sağladığı önemli noktalara değinmek istiyorum.

Müşteri Memnuniyeti Bir Markaya Neler Sunar?

Müşteri memnuniyetine önem veren markalar, ürünleri ya da hizmetleri ile ilgili bir hata/eksiklik olduğunda rakiplerine nazaran çok daha kolay ve erken bunun farkına varır. Böylece Pazar içindeki rekabetten daha az etkilenerek rakiplerinin önüne daha kolay geçebilir. Fiyatları ile ilgili “İndirim yapmalı mıyım ya da ne kadar indirim yapmalıyım?” diye düşünmelerine olabildiğince gerek duymazlar çünkü bir markayı olumsuz etkileyen durum fiyat politikalarından ziyade sağladıkları ya da sağlayamadıkları müşteri memnuniyetidir. Ayrıca sağlanan ya da sağlanamayan müşteri memnuniyeti vereceğiniz reklamlardan çok daha hızlı bir şekilde insanlar arasında yayılır. Sağlanan müşteri memnuniyeti ile insanlar sizi çok hızlı ve güvenerek öğrenecekken sağlanamayan memnuniyetinden dolayı kendi reklamınızı da sizi sarsacak şekilde yapmış olursunuz. Unutmayın ki yeni müşteriler edinmek çok daha pahalıdır. O halde biraz da müşteri memnuniyetinin faydalarına değinelim.
• Kazancı Artırır: Markanızın müşterileri sizden ne kadar memnun kalırsa reklamınızı da siz istemeden kendi istekleri ile yapar. Böylece hem müşterileriniz devamlı sizinle çalışır hem de sizlere yeni müşteriler getirerek kazancınızı artırmanızı sağlar.
• İtibarınız Artar: Ürün ya da hizmetlerinizi satın alan hatta satın almasa bile sizlerle tanışan ve kurduğunuz iletişim ile birlikte gösterdiğiniz özen sayesinde yanınızdan mutlu bir şekilde ayrılan müşterileriniz sizi tanıdığı kişilere anlatırken yalnızca ürün/hizmetlerinizi değil bireysel olarak sizi de övecektir. Böylece itibarınız sektörünüzde hızla artacaktır.
• Rakip Elersiniz: Yukarıda da bahsettiğim gibi kendi reklamınızı müşterileriniz sayesinde kolayca yapabilirsiniz. Böylece müşterileriniz ve onların size getirecekleri yeni müşteriler sayesinde pazarda kolayca rakiplerinizin önüne geçebilirsiniz.
• Güven Oluşturursunuz: Ne kadar iyi bir marka olursanız olun ürün veya hizmetinizde ufak bile olsa hatalar ya da eksiklikler olacaktır. Fakat sağladığınız müşteri memnuniyeti ile hakkınızda olumsuz düşünülmesinin önüne kendiliğinizden geçebilirsiniz. Böylece müşterileriniz sizin için “Bir hata/eksiklik var ama nasılsa hemen telafi ederler.” diye düşünecektir çünkü müşterilerinize verdiğiniz değer sayesinde markanıza olan güveni oluşturmuş olacaksınız.

Memnun Müşteri Giderleri Azaltır!

“Giderler ile müşterinin ne ilgisi var?” diyenleri duyar gibiyim. “Gider denince akla gelenler arasında reklam yer almıyor mu” diye yanıt vermek istiyorum. Reklam yapmak, reklam yapmak için gerekli anlaşmalar yapmak.. Bunlar her markanın giderleri arasında yer alıyor üstelik ilk sıralarda. Kazançları artırmak için satışın artması gerekiyorken satışın artması da müşterilerinizin artması ile sağlanır. Müşterilerinizi artırmak içinse reklamınızı yapmanız ve isminizi duyurmanız gerekir. Bunun için de birçok marka hatta neredeyse tüm markalar kendi reklamlarını yapar. Peki, kim en etkili olacak reklamını ücretsiz yapmak istemez ki? Evet, müşterilerinize gösterdiğiniz özen ile sağlayacağınız müşteri memnuniyeti sayesinde reklamınızı ücretsiz bir şekilde yapabilirsiniz. Yanınızdan memnun ve mutlu bir şekilde ayrılan müşteriler her seferinde sizin yanınıza gelmekle kalmaz aynı zamanda tüm tanıdıklarına da sizden bahseder. Bu sayede yeni müşteriler edinirken giderlerinizi azaltabilir, markanızı büyütebilir ve sadık müşteriler edinebilirsiniz. Müşteri sadakati yazarı Chip R. Bell bu konuda güzel bir söz söylemiş;
“Sadık müşteriler sadece geri gelmezler, sadece sizi tavsiye etmezler, arkadaşlarının sizinle iş yapması konusunda ısrar ederler”.

“Ben müşteri daha kapıdan girerken anlarım öylesine mi geldi yoksa bir şey satın alacak mı diye”. Sizce bu cümleleri söyleyen bir kişinin insanları bir bakışta tanıyor olması mümkün mü yoksa daha çok ekmek mi yemesi gerekiyor? Bana kalırsa daha çok hem de çok fırın ekmek yemesi gerekiyor. Zira önyargı satış sektöründe bir “Berlin Duvarı” gibidir. Bir işte profesyonel olmanın ilk adımı önyargılarımızdan kurtulmak ve herkese eşit bir bakış ile yaklaşmaktır tabii bunların başında ilk olarak gelen konuşmaktır. Önyargı bir insanı her zaman hataya sürükler. Aslında konuya uzakmış gibi görünen fakat düşününce insana “Evet, doğru” dedirten bir yaklaşım var. İnsanlar doğuştan sahip oldukları özelliklerden zarar görmez, zarar verebilen özellikler sonradan edinilir. Önyargı da böyledir, sonradan edinilen bir davranış biçimidir. İnsanlara ne şekilde yaklaşırsanız karşınızdaki kişiye kendinizdeki enerjiyi verirsiniz. Dolayısıyla siz karşınızdakine ne şekilde yaklaşırsanız karşınızdaki kişiden de aynı yaklaşımı görürsünüz.

Satış Sektöründe Önyargılar Nedir?

Satış sektörü içerisinde önyargılar genellikle insanların kendilerine olan aşırı özgüvenlerinden kaynaklanıyor. Satış danışmanının kendisine oldukça fazla güvenerek müşterileri bir bakışta analiz ettiğini düşünmesi en büyük örneklerden biridir. “Bu müşterinin giyiminden yeteri kadar parası olmadığı belli oluyor”, “Bu müşteri vakit geçirmek için gelmiş”, “Bu müşteri kesin yüklü miktarda alışveriş yapar” gibi düşünceler en tehlikeli önyargılardır. En tehlikeli önyargılar olduklarını düşünüyorum çünkü bu düşünce biçimleri yalnızca işinizde değil özel hayatınızda da insanlar arasında ayrımcılık yapmanıza sebep olur. Oysa geldiğimiz 2021 yılında artık giyimin, hal ve hareketlerin insanları tamamen tanıtan özellikler olmadığının bilinmesi gerekiyor. Herkese eşit, özenli ve adil davranılması gerekiyor. Bu nedenle de müşterilerinize önyargı ile yaklaşmak yerine insani duygularla, kendinize davranılmasını istediğiniz şekilde yaklaşmalısınız.
Müşterinizin nasıl giyindiğine değil ne söylediğine önem vermelisiniz. Böylece aranızda kurduğunuz iletişim artacak, müşterinizin isteklerini daha iyi anlayabilecek ve memnuniyet derecesini yükseltebileceksiniz. Müşteriniz bu yaklaşımınız sayesinde o anda bir şey satın almasa bile sonrasında size mutlaka geri gelecektir. Kendinize ne şekilde davranılmasını istiyorsanız siz de insanlara aynı şekilde davranmalısınız. Kulağa klişe gibi gelse de bizi rahatsız eden her hareket her söz karşımızdaki kişileri de aynı oranda rahatsız eder. Sizi üzecek, kıracak ya da incitecek her yaklaşım karşınızdaki kişide de aynı etkiyi yaratacaktır. Bu nedenle müşterilerinize ve genel olarak tüm insanlara kendi beklentileriniz doğrultusunda yaklaşmalısınız. İnsanları görünümleri ya da konuşma/davranış şekilleri ile paralı ya da parasız diye sınıflandırmamalısınız. Bir tanıdığımdan duymuştum. Dedesi Almanya’dan Türkiye’ye yıllık izne geldiğinde kuyumcuya gitmişler. Gittikleri kuyumcuda da başka bir müşteri varmış. İlgili personel şöyle bir bakmış ilgilenmeden yüzünü çevirmiş. Muhtemelen giyim kuşamından dolayı yeterli bir satış yapamayacağını düşünmüş personel. Tanıdığımın dedesi de durumu anlamış ama oradan ayrılmak yerine inatla durmayı tercih etmiş. İçerideki müşteri gittikten sonra ilgili kişi mecburen “Hoş geldiniz, buyurun” demiş. Dedesi de sıralamış almak istediklerini tabii personelin yüzü ve konuşma şekli hemen değişmiş. “Hemen yardımcı olalım. Çay, kahve ne istersiniz?” diyerek özenini artırmış. Almak istedikleri hazırlanınca da dedesi ilgili personele dönüp “Eğer başında hoş geldiniz biraz bekleteceğim deseydiniz bunların hepsini alacaktım. Fakat insanlara küçümseyerek bakan birine üzgünüm para kazandıramayacağım” diyerek ayrılmış. Bu kısa ama gerçek olan hikâyeden, sanıyorum, önyargıların nasıl izlenimler bıraktığını ve nelere sebep olduğunu anlatabilmişimdir.

Fikir Değişikliği Yapamayan Çağ Değiştiremez, Önyargılarından Kurtulamayan Kişi, Hiçbir İşi Doğru Yapamaz.

Satış sektöründe çalışan kişilerin kazancı yaptıkları satışlarla doğru orantılı bir şekilde artıyor, bu bir gerçek. Bu nedenle de genellikle satış danışmanları gelen müşterilerine “alıcı gözü ile” bakarak onları analiz ettiklerini düşünüyor. Uzun süre bu işte çalıştıklarında ise insanları bir bakışta çözdüklerini düşünüyorlar. Baktıkları ilk şey müşterinin giyimi sonrasında ise konuşma şekli oluyor. Halbuki özenli, pahalı ve şık giyinen bir kişi hiçbir şey almadan yanınızdan ayrılabilecekken normal giyimli ya da çok da kibar konuşmayan bir kişi sizin tahmininizden çok daha fazlasını satın alabilir. Satış sektöründeyseniz önyargılarınızı, insanları bir bakışta tanıyabildiğiniz düşüncesini bir kenara bırakın. Herkesi özenle ve eşit bir şekilde yaklaşın. İnanın önyargılar sizi yalnızca aşağı çeker ve önyargılarınızdan kurtulmadan işinizde profesyonelleşemezsiniz. Unutmayın;
“Fikir değişikliği yapamayan çağ değiştiremez, önyargılarından kurtulamayan kişi, hiçbir işi doğru yapamaz”.

Son 20 yıldır orman zengini olan ülkemizde ağaç alanlarını sayar olmuştuk… Her geçen yıl hatta her geçen gün yeşile alışık gözlerimiz taşı betonu görür oksijene alışık vücudumuz karbondioksit solur oldu… Çok küçük yaşlarımızda elimize bir kâğıt bir kalem verdiklerinde, ilkokul yıllarımızda resim derslerinde resim çizmemiz istendiğinde ilk önce neredeyse hepimiz ağaç çizerdik. İlk önce olmasa bile çizdiğimiz resimlerde mutlaka çiçekler, ışıyan güneş, kocaman yaprakları olan ağaçlar ve üzerinde ötüşen kuşlar olurdu. Çok değil bundan 20 yıl sonra küçük yaştaki çocuklar resim çizdiğinde ağaç çizmeyi bırakacak, neden mi? Bu şekilde devam edersek gelecek yeni nesiller ağacın ne olduğunu bilemeyecek. Ağaçlı, yeşil ve tertemiz havalı bir doğada yaşamanın tadını alamayacak kadar şanssız olacaklar. En iyi bildikleri şey yüksek binalar, geniş yollar, dip dibe evler olacak. Ne kadar acı ki ağacı, ormanı, kuş seslerinin verdiği huzuru, doğada yaşayan hayvanları bilemeyecek olan çocuklarımızın sağlıkları da erkenden bozulacak. Şimdilik insanlardan bahsettik tabii ama ağaçlar yalnızca biz iki ayaklı canlılar için mi önemli?

• İklim Değişikliği

Sanayileşme ve kontrolsüz çevre kullanımı başta olmak üzere birçok etkenin sebep olduğu karbondioksit oranındaki artış iklim değişikliklerine sebep oluyor. Ağaçlar ise karbondioksiti emer, karbonu depolar ve oksijene çevirir. Çevirdiği oksijeni ise doğaya geri göndererek havadaki dengeyi korur. Ağaçlar yalnızca karbondioksiti oksijene çevirmekle kalmaz havada bulunan tüm kirli gazları bünyesine alarak oksijene çevirir, doğayı temizler. Kirli gazları temizleyen ve oksijen salınımı yapan ağaçlar kötü kokuların da önüne geçer.

• Sıcaklık Dengesi

Topluluk halinde bulunan ağaçlar daha açık bir ifade ile ağaçlık alanlarda sıcaklık dengesi korunabilmektedir. Ağaçlar gölge alanlar oluşturarak şehirlerde “ısı adası” olarak bilinen sıcaklığın çok daha yüksek olduğu yerlerde bunu parçalayarak havaya su buharı verir ve böylece çok sıcak alanların serinlemesini sağlar.

• Su Kaynağı

Ağaç gölgelerinde çim yetişir. Yetişen çimlerse suyun buharlaşma hızını yavaşlatır. Böylece bahçe-peyzaj alanlarında ihtiyaç duyulan su miktarı da azalır. Ağaç yapraklarında buharlaşma gerçekleşir böylece atmosferde bulunan nem miktarı artar. Gelişen ağaçlar hem dalları hem de yaprakları sayesinde yağışın hızını yavaşlatır bu sayede ağacın gövdesinden akan sular toprağa karışabilir. Aynı zamanda yağış hızının azalması sayesinde yağmur suyunun akarsuları ve denizleri taşırmasının da önüne geçilir.

• Erozyon

Ülkemizde genellikle yamaçlarda ve dere kenarlarında eğimli yüzeyler bulunur. Burada bulunan ağaçlar sayesinde eğimli yüzeylerde kayacak olan toprağın hızı azalır, ağaçlar toprağı sabit tutar ve erozyon oluşumunun önüne geçer.

• UV Işınları

Bilindiği gibi UV ışınları cilt kanserine sebep olmaktadır. Son 30 yılda ise cilt kanseri hem dünyada hem de ülkemizde oldukça hızlı bir şekilde artış göstermiştir. Ağaçlar ise bu UV ışınlarını neredeyse %50 oranında keserek oluşabilecek hastalıkların önüne geçebilmektedir.

• Hayvan Dostlarımız

Ağaçların faydaları yalnızca biz insanlar için değildir. Aynı zamanda hayvan dostlarımıza da ev sahipliği yaparlar.
Yeşilin verdiği huzuru başka nerede bulabiliriz? Beton yapılarda mı yoksa asfalt yollarda mı? Hafif bir yağmurda ortaya çıkan toprak kokusundan daha güzel bir koku duyabildiniz mi? Yaşam kaynağımız olan su ve oksijen için ağaçlara muhtaç değil miyiz? Hayatımıza sahip çıkmak istiyorsak öncelikle doğaya sahip çıkmamız gerekir. Bu tüm dünyadaki insanların temel görevidir. Yaşamak istiyorsak ağaçlarımıza, ormanlarımıza ve doğanın dengesinde en önemli zincirlerden biri olan hayvan dostlarımıza değer vermek ve onlara sahip çıkmak zorundayız! İngiliz şair Alexander Pope sözü ile yazıma son vermek istiyorum.

“Bir ağaç herhangi bir prensten daha değerlidir”.

Kökeni Antik Yunan şenliklerine dayanan Olimpiyat Oyunları’nın ilki de Eski Yunan Tanrısı Zeus için yapılan şenliklerdi. M.Ö. 776 yılında Isparta Kralı Likorgos’un tavsiyesi ile Yunanistan’da yer alan Olimpia bölgesinde düzenlenen bu şenlikler Olimpiyat Oyunları’nın ilkleri olarak kabul edilir. Düzenlenen bu şenliklerdeki oyunlar ise 192 metre uzunluğundaki koşu pistinde tam bir gün süren koşu yarışlarıydı. Zamanla bu şenliklere yeni oyunlar eklenerek süresi 5 güne kadar uzatıldı. Eklenen farklı oyunlar içinde ise cirit atma, disk atma, boks, güreş, uzun atlama ve atlı araba yarışları vardı. Bu dönemlerdeki toplumlarda ölü insanların ölümlerinden 8 yıl sonrasında ruhlarının yeniden doğduğu ve hayata döndükleri inancı vardı. Bu nedenle de düzenlenen bu şenlikler yani ilk Olimpiyat Oyunları 8 yılda bir düzenleniyordu. Belirli bir zaman sonra bu süre 4 yıl olarak düzenlendi. Olimpiyat oyunlarının başlamasının üzerinden tam 630 yıl geçtikten sonra M.Ö. 146 yılında Romalılar Yunanistan’ı işgal etti. Olimpiyat Oyunları da bu işgal üzerini Atina’da yapılmaya devam edildi. M.S. 392’de Bizans İmparatoru II. Theodosius, Olimpia bölgesinde oyunlar için yapılan tüm stadyumları yıktırarak bu bölgedeki Olimpiyat Oyunları’na son verdi. Son olarak M.S. 552-551 yıllarında yaşanan deprem ve sel felaketleri sonucunda Olimpiyat Oyunları için yapılmış tüm tesisler neredeyse yeryüzünden silindi.

Modern Olimpiyat Oyunları’nın Tarihi

1896 yılında ortaya çıkan Modern Olimpiyat Oyunları’nın merkezi eskiden de olduğu gibi Atina’ydı. Mimarının Baron Pierre de Coubertin olan Modern Olimpiyat Oyunları’nın amacı ise gençlerin dostluk içerisinde, karşılıklı anlayış ile çok daha ahlaklı ve zeki işler yaparak dünyaya barış ortamı getirebilmesiydi. Fransa’da yaşanan siyasi karışıklıklardan sonra dünyada barışı sağlamanın tek yolunun gençler olduğunu bilen Coubertin, Olimpiyat Oyunları’nı yeniden başlatabilmek için ilk olarak Atletik Spor Kulüpleri Birliği’ni kurdu. Birliğin kuruluşundan 5 yıl sonra ise, “Sporları kuvvetlendirmek ve yüceltmek, onların özerkliğini ve devamlılığını sağlamak, modern dünyamızda spor branşlarına düşen eğitici rollerini daha mükemmel bir biçimde yerine getirmelerini sağlamak üzere, cemiyet hayatı için lüzumlu olan atlet bireyinin adali faaliyetine şan ve şeref kazandırmak, toplum heyecanını yaşatmak, galeyana getirmek, ideal rekabeti canlandırmak için Olimpiyat Oyunları yeniden başlatılmalıdır” diyerek meşaleyi yeniden yaktı. Yeniden alev alan Olimpiyat Oyunları yine 4 yılda bir düzenlenecek, yapılan yarışmalarda tüm amatörlük kuralları uygulanırken yalnızca yetişkinler yer alabilecek ve her Olimpiyat Oyunu farklı bir ülkede düzenlenecekti. Böylece alınan yeni kararlar ile birlikte Modern Olimpiyat Oyunları başlamış oldu.

Türkiye’nin Olimpiyat Oyunları Tarihi

1908 yılında gönderilen özel bir davet ile Londra’da ilk kez Olimpiyat Oyunları’na katılan Türkiye ilk madalyasını 1936 yılında kazandı. 1960 yılında Roma’da düzenlenen Olimpiyat Oyunları’nda ise adeta şov yaparak 7 altın ve 2 gümüş madalya kazanan Türkiye en başarılı oyun olarak da adını Olimpiyat tarihine yazdırdı. Savaş dönemleri, 1920 Anvers, 1932 Los Angeles ve 1980 Moskova Olimpiyat Oyunları haricinde tüm oyunlara katılım gösterildi. Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye’yi gururlandıran, ülkemizi tüm dünyaya tanıtmayı başaran sporcumuz Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu oldu. Öyle ki dünyanın da “Cep Herkülü” olarak tanıdığı Naim Süleymanoğlu ile birlikte Türkiye Olimpiyat Oyunları’nda resmen yeniden doğdu. Tüm dünyaya kendi ismini ve ülkemizin ismini altın harflerle kazıyan Naim Süleymanoğlu ile birlikte gençlerimizde de spora karşı daha büyük bir ilgi oluştu. Üstelik Naim Süleymanoğlu yalnızca spor aşkı yaratmakla kalmadı siyasi sorunların da çözümlenmesinde etki yarattı. Yarattığı başarılardan sonra verdiği röportajlarında konu edindiği Bulgar zulmü ile Bulgar göçmenlerin evlerine dönebildikleri bilinenler arasında… Naim Süleymanoğlu spor sayesinde önemli sorunların çözümlenebileceğini, büyük kitlelerde farkındalıklar yaratılabileceğini böylece hepimize ve tüm tüm dünyaya göstermiş oldu. Bunun dışında neler olduğunu ve ülkemize neler kazandırdığını görebilmek için “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu” filmini izlemenizi de tavsiye ediyorum.