fbpx

Mart 2020’ye kadar alışık olduğumuz tüm düzeni bir anda alt üst eden pandemi dönemi hayatımızda neleri değiştirdi? Birçoğumuzun online olarak çalışmaya başlaması, çocuklarımızın online eğitim alması, alışverişimizi online olarak yapmaya başlamamız yalnızca en çok konuşulan değişkenlerden oldu. Peki, bunların dışında? Bildiğiniz gibi pandemi sürecinden en çok etkilenen sektörlerden bir tanesi spor sektörü oldu. Yeni normal düzene ilk geçtiğimiz zaman spor sektörünün aldığı yaraları hızla saracağını umut etmiştik. Fakat Covid-19 sürecinin giderek uzaması sektörlerin aldıkları yaraları saramadan daha fazla zarar görmesine sebep oldu. Ama tabii ki gelişen teknoloji sayesinde de boş durmak yerine tüm sektör teknoloji ile ortak bir şekilde çalışmaya başladı. Böylece spor sektöründeki teknolojinin giderek ilerlemesine ve kullanıcılar arasında yaygınlaşmasına da tanık olduk. Böylece spor endüstrisi de gelişen spor teknolojisi sayesinde yeniden nefes almaya başladı. Peki sizce spor teknolojisi gelişmeleri neler?

Spor Teknolojisi Gelişiyor

Bir yılı aşkın süredir yaşadığımız pandemi sürecinde vaktimizin çoğunu evimizde geçiriyoruz. Pandemi sürecinden önce spor salonlarında geçirilen vakit artık evlere taşınmaya başladı. İnsanlar virüsten korunabilmek ve azalmasını sağlayabilmek adına egzersizlerini evlerinde yapıyor. Evlerinde yapıyorlar ama spor hocaları ile birlikte yapılan programlar nasıl düzenlenebiliyor? İşte tam olarak burada devreye spor teknoloji girdi. AdColony (Mobil Reklam Platformu) yaptığı “AdColony Mobil ve Fitness Araştırması” sonucunda spor ve fitness amaçlı geliştirilmiş mobil uygulamaların pandemi sürecinde %75 kullanım artışı gösterdiğini açıkladı. Araştırmaya katılan kullanıcıların %28’i mobil spor uygulamalarında yer alan egzersiz videoları ile spor yaptıklarını %38’i ise bu uygulamalar sayesinde hayatlarına spor alışkanlığı kazandırdığını söyledi. Aynı zamanda katılımcıların %57’si de mobil spor uygulamalarının spora olan ilgilerinin artmasını sağladığını belirtti.

Mobil Spor Uygulamaları Nelerdir?

Yaşadığımız dönem sebebiyle birçok kişi evinde ve hareketsiz kaldı. Her şeye ulaşmanın evde oldukça kolay olması da insanların daha fazla yemek yemelerine sebep oldu. İzolasyon sürecimizde günlük rutinimizin tamamen değişmesi, uyku ve beslenme düzensizliği ve daha fazla hareketsiz kalmamız kilo almamıza sebep oluyor. Bu dönemde virüsten olabildiğince korunmak istememiz de spor salonlarına olan katılımı azalttı. Daha çok evinde spor yapmak isteyen bireylerin imdadına ise mobil spor uygulamaları koştu. Mobil uygulamalar sayesinde neler yapabileceğimizi düşündünüz mü?
• Daha fazla yemek ve daha fazla hareketsiz kalmak kilo artışına sebep oluyor. Ama birkaç küçük detayla önüne geçebilmemiz mümkün. Yediğimiz yiyeceklerin kaç kalori oluğunu öğrenebilmemiz öğünlerimizi ayarlayabilmemiz için büyük bir avantaj. “MyFitnessPal” uygulaması bizlere yediğimiz yiyeceklerin kaç kalori olduğunu gösteriyor. Bu sayede öğünlerimizi düzenleyebilir ve egzersizlerimize devam ederek kilo kontrolümüzü sağlayabiliriz.
• Spor salonlarında antrenör ile çalışmak tabii ki en büyük avantajlardan bir tanesiydi. Evde egzersiz yaparken kendimize en uygun programı bulabilmek mümkün desem ve bu programları profesyonel spor antrenörleri hazırlıyor desem ne dersiniz? “Sworkit” uygulamasının içerisinde 5 ile 60 dakika aralığında olan birçok egzersiz videosu mevcut. Uygulamada gösterilen tüm egzersizler işinde uzman spor antrenörleri tarafından hazırlanıyor. Sizin yapmanız gereken tek şey uygulama bakıp size en uygun programı seçmek.
• Spora yeni başlayan ya da alışkanlık kazanmaya çalışan kişiler için birebir olan “Pumatrac” uygulaması gün içerisinde kullanıcılarına bildirimler göndererek alışkanlık kazanmalarında yardımcı oluyor. Uygulamada 80’den fazla antrenman programı var ve tüm programlar tamamen ücretsiz.
Son olarak sizlere, yapay zeka ile ortak bir çalışma yürüterek kullanıcılarına challange hakkı da sunan “7Star” uygulamasından bahsetmek istiyorum. 7Star uygulaması bir yapay zeka ile çalışıyor. Bu sayede kullanıcılar kişisel antrenmanlarında yapay zeka koçu ile birlikte çalışabilme imkanı buluyor. Antrenmana başladığınızda ise sesli bir şekilde koç hizmeti alabiliyorsunuz. Üstelik 7Star uygulaması sayesinde hem kendi ülkemizdeki hem de tüm dünyadaki kullanıcılar ile yarışabiliyoruz. 7Star uygulamasının içinde gym, basketbol, voleybol ve futbol antrenmanları da mevcut. Böylece bu alanlarda kendimize bir temel de oluşturabiliyoruz. Ayrıca uygulama oyun oynama imkanı sunduğu için de spor keyifli bir hale geliyor. Hem pandemi sürecinde hem de şu an yaşadığımız tam kapanma sürecinde hareketsiz kalmamız için hiçbir sebep yok. Sizler de spor teknolojisinin bizlere sunduğu mobil uygulamalar ile evinizde spor yapabilir ve sağlığınızı koruyabilirsiniz.

Rekabet her zaman olumsuz mudur? Sorumuzun cevabı, hayır. Rekabet bazen de kişiyi ve rakibini gelişim sürecine götürür. Öncelikle rekabet kelimesinin anlamına bakalım. Rekabet, Arapça “raqabat” kelimesinden gelir ayrıca denetlemek, kontrol etmek ve gözlemlemek anlamında kullanılır. Bizim dilimizdeki kullanımı ise karşısındaki kişiyi gözlemlemek ve onun yaptıklarına bakarak aynılarını ya da benzerlerini yapmak şeklindedir. Rekabet denilince akıllarda genellikle hırslı, kazanmayı seven ve bunun için çok fazla şey yapan kişiler geliyor. Akıllara gelenler bu tür şeyler olunca rekabet etmenin de olumsuz olduğu düşünülüyor. Hatta yerleşik toplumumuzda genelde rekabet eden kişiler sevilmiyor ve kıskançlıkla itham ediliyor. Fakat genel düşüncenin aksine rekabet etmek çoğu zaman hem kişiyi hem de karşısındaki rakibini geliştiren bir olgudur.

Peki rekabet ne zaman başlar?

Rekabet etmenin genelde iş dünyasında yaşandığı düşünülür. Aslına bakılacak olursa rekabet etme duygusu hemen hemen hepimizde vardır ve çocukluk çağımızdan itibaren başlamaktadır. Bazen sınıfın en başarılı öğrencisi olmak için arkadaşlarımızla rekabet ederiz bazen de komşunun çocuğu örneğini duymamak için. Aslında küçük cümlelerle ruhumuza işlenir rekabet duygusu. Önemli olan rekabet duygusunu olumsuz bir şekilde kullanmamaktır. Nasıl kullanılmalı kısmına bakacak olursak eğer; yalnızca kendimizi geliştirmek ve kendimizi bir adım daha öne taşıyabilmek için çalışarak rekabet etmeliyiz diye düşünüyorum. Rekabet ederken kendimiz çalışarak başarmadan bir başkasının veya rakibimizin hakkını yiyerek ya da onun bir şeyi başarmasına engel olarak hareket etmemeliyiz. Zaten bu şekilde rekabet eden kişiler mutlaka bir yerde tıkanır ve başarısını katlayamaz. Haksız rekabet olarak da adlandırılan bu olumsuz yöndeki rekabetin aksine olumlu bir şekilde hareket edildiğinde rekabet; kişiyi de rakibini de geliştirir.

Rekabet gelişimdir!

 Rekabeti hırs yaparak kendine ve etrafına zarar verme dışında kullanmak bizim daha iyi olma yolumuzu açar. Bunu biraz daha basit bir şekilde düşünebiliriz. Kendimize bir rakip edindiysek, neredeyse tüm insanların bir rakibi vardır, rakibimiz bizi bir seviye ileri taşır. O an içinde bulunduğumuz durumdan daha fazlasını ve daha iyisini yaparak bir adım öne geçme isteğimiz perçinlenir. Rakip edindiğimiz zaman perçinlenen bu isteğimiz için daha fazla çalışmaya başlarız. Unutmamalıyız ki çalışmak eninde sonunda bizi ileri taşır ve gelişmemizi sağlar. Mesela spor sektörü içindeki bir salon düşünelim. Aynı yerde iki tane spor salonu hayal edelim ve bunların aynı anda nasıl ayakta kalabildiklerine bakalım. İki salonda kendisine üye çekmek için mutlaka farklı bir şeyler yapma ama bunu yaparken de diğerinin yaptıklarından geri kalmama amacı güder. Bu durumda iki salonda da mutlaka getirilen yenilikler görülür. Aranan kriterleri sağlayan bu iki salon kendisi için üye bulur. Böylece hem kazanmaya devam eder hem de geride kalmamak için birbirini takip ederek gelişimlerine katkı sağlar. Rakip olmaları ve rekabet etmeleri bu şekilde her ikisi için de olumlu yönde bir akış sağlar. Unutmayalım rekabet rakibini de geliştirir. Üstelik bu olumlu yöndeki rekabet yalnızca rakipleri geliştirmekle kalmaz tüm sektörün işinde uzmanlaşmasına da fayda sağlar. Ünlü yatırımcı John Templeton’un dediği gibi;

“Rekabet her sektörde artmaktadır ve bu iyi bir şeydir. Artık hepimiz işlerimizi daha iyi yapıyoruz”.

Bir şeyin icat edeni olmayı kim istemez ki? Adını tarihe yazdırmak bir yana tüm insanlığa bir miras bırakmanın gururu ve mutluluğu daha iyi nasıl yaşanabilir? Hayatını kaybettikten yüzyıllar hatta binlerce yıl sonra bile anılmak, örnek olmak, rol model alınmak… Aslına bakılırsa hepimiz isteriz bunu ama başarabilenimiz oldukça az. Biraz cesaret, çokça çalışma ve biraz da azimli olmak yeterlidir. Ama birçoğumuzda bunların en önemlisi olan cesaret yoktur, cesareti olan ise kazanır. Zekâmız, çalışma azmimiz ile birleştiği zaman başaramayacağımız hiçbir şey olamaz. Önemli olan aklımızdakini uygulamaya dökebilmektir.

Tüm hayatlara dokunabilecek onlarca fikir var hepimizin aklında. Hayata geçirilse belki de bir ilk olacak ve yaşama büyük katkılar sağlayacak fikirler. Bazılarımız cesareti sayesinde bu fikirlerini büyük ya da küçük demeden hayata geçirir. Peki ilk adımı atan kaybedebilir mi? Şimdiye kadar kaybeden olmamıştır, en fazla çıktığı yolda tökezleyen olmuştur. Ama önemli olan her şeye rağmen devam edebilmektir. Yanımızda destekçilerimiz olsa da olmasa da devam edebilmek… Başarmak için cesaret göstermek ve canımızı dişimize takmak sonunda bize o ilk adımı atan olarak “hatırlanan” olmayı getirecektir. Abraham Lincoln bunun en güzel örneklerinden biri olmuştur. Maddi olarak oldukça kötü durumda olan bir ailede dünyaya gelen Lincoln, henüz 10 yaşında bir çocukken annesini kaybetti. Annesini kaybettikten sonra tarlalarda, bakkallarda çalışarak hayatını idame ettirmeye çalıştı. 21 yaşından 24 yaşına kadar çalıştığı işlerini kaybetti. 25 yaşındayken 3 çocuğunu kaybetti ve psikolojik olarak kötü bir döneme girdi. 34 yaşına geldiğinde ise kongre seçimlerini kaybetmeye başlayan Lincoln, 52 yaşına kadar tam 6 defa seçim kaybetti. Fakat attığı adımdan hiç geri dönmeyerek 52 yaşında Amerika Birleşik Devletleri’ne başkan olmayı başardı. Yaşadığı onca zorlu dönemlere rağmen başkan seçilmeyi başaran Lincoln’ü bugün hala hatırlıyorsak bu yalnızca kazandıktan sonra köleliği kaldırması sayesinde değil, onca zorlu şartlara rağmen yolundan hiç vazgeçmemesi ile de oldu.

İlk adımı atmak, tarihe adını yazdırmak, yıllar da geçse her zaman hatırlanmak yalnızca keşif yaparak, bir şey icat ederek mi mümkündür? 21. Yüzyılda bile hala adını gururla andığımız Fatih Sultan Mehmet bu soruya direkt bir cevap niteliğindedir. Fatih, hem İstanbul’u Fethi ile hem de bu fetih hareketi sırasında icatlar yapması ile yalnızca Türk değil dünya tarihine adını kazımıştır. Yüzlerce yıl hüküm sürmüş Doğu Roma İmparatorluğu’nun çelik gibi kuvvetli surlarını yıkabilmek adına şahin toplarını bizzat kendisi tasarlamış ve İstanbul’un fethinde bir dönüm noktası yaşanmasını sağlamıştır. Ayrıca gemilerin karadan yürütülerek denize ulaştırılması fikri dahiyane bir düşünce değil de nedir? Hem fetih için ilk adımı atması hem de fethi galibiyetle sonuçlandırabilmek için icatlar yapması ve çıktığı yoldan asla geri dönmemesi ile adını tarihe yazdıran Fatih, Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açmayı da başarmıştır. Fatih’in başarısı öyle bir başarıdır ki, yüzyıllarca İstanbul’u fethetmek farklı milletler tarafından denense de başarabilen yalnızca O oldu. Çünkü O, mücadelesinden hiç vazgeçmedi. Dünya Harbi’nin yıkıntılarını üzerinden atmaya çalışan, bir yandan da işgal altındaki topraklarını geri alabilmek adına mücadele etmeye çalışan mağlup bir milletin tek umudu Mustafa Kemal Atatürk idi. Yıkıntılar altındaki bu milleti tekrar ayağa kaldırabilmek ve onlara yeniden umut verebilmek için gerek cephede gerekse mecliste canla başla çalışmış ve bu umutsuz milleti yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır. Savaş sonrasında milletin üzerine çöken o kara bulutları fikirleri ile önce aydınlattı sonrasında attığı ilk adım ile o bulutları dağıttı. Bir ülkeyi yok olmaktan kurtaran Atatürk, bugün hala saygı ile anılıyorsa bu attığı ilk adım sayesinde oldu ve kendisine verilen “Önder” unvanını sonuna kadar hak etti.

İnsanların hayatlarına dokunabilecek fikirleri korkmadan hayata geçirenler de bugün ve yüzyıllar sonra hatırlanan ve hep kazanmış olan kişi olarak kalacak. Bir adım önde olmayı başaranlardan bir tanesi de hizmet sektörü içinde yer alan “Getir” oldu. 2015 yılında kurulan bu uygulama, günümüzde muadilleri çıkarılan ancak ilk olduğu için akıllarda en çok yer edinen Nazım Salur tarafından hizmete sunuldu. İnsanların yoğun günlerinde ya da zaman ayıramadıkları anlarında imdadına koşan bu uygulama hizmet sektöründe bir ilke imza attı.

Peki bunca örnekten sonra bir adım önde olmak, bir ilki başarmak yalnızca keşiflerle, icatlarla, fetihlerle, kurtarıcı olmakla, teknolojiye ve hizmete yeni bir yön vermekle mi mümkündür? Bir iyilik hareketi başlatmak, yardıma ihtiyacı olan insanlara dokunabilmek de bir adım önde olmayı ve her zaman hatırlanmayı sağlar. Mesela son zamanlarda hepimizin öğrendiği oldukça tehlikeli olan SMA hastalığı için bir yardım hareketi başlatmak da hem bu hastalıkla mücadele eden çocuklarımızın hayatlarına dokunur hem de bir farkındalık oluşturur. Buna örnek olarak geçtiğimiz günlerde başlattığım, spor sektörü içindeki sporcularımızın ve spor yapanların koştukları kilometre ile orantılı olarak bağışladığım yardım hem çocuklarımızın hayatlarına dokundu hem de bir farkındalık yarattı. Kendi alanımda başlatmış olduğum bu iyilik hareketi ile de meslektaşlarıma bir ilk ve farkındalık örneği olmanın haklı gururu içerisindeyim. Aynı zamanda biliyorum ki ilki başlattığım bu hareket ile daha fazla çocuğumuzun hayatına dokunmak için meslektaşlarım da devamını getirecektir. Buradan da anlayacağımız gibi bir adım önde olmak, hayatlara dokunmak oldukça kolay. Yalnızca biraz cesaret, biraz azim ve ilk adımı atmaktan geçiyor. İşte insanlık bu değerlerin üzerinde yükselmekte ve bizlere insan olduğumuzu hatırlatmaktadır. Bugün ilk adımı atarak bizlere ihtiyacı olan insanlara koşmak yarınlarda bizi hatırlamalarını ve tabii bizim ihtiyacımız olduğu anlarda onların da bizlere koşmasını sağlar. Hayatımızda karşımıza çıkabilecek tüm engelleri aşabilir ve ilkleri gerçekleştirecek fikirlerimizi hayata geçirebiliriz. Hayatınızda, kariyerinizde ilerlemenin yolu yalnızca verilen sorumlulukları yerine getirmekten geçmez. Bizleri yukarı taşıyan, adımızı tarihe kazıyan her zaman fikirlerimizi düşüncede bırakmadan hayata geçirmemiz ile oluyor. Biliyorum ki hepimiz bir alanda ilk olacak fikirlere sahibiz. Bir adım önde olmak yalnızca atacağımız ilk adımdan geçer…

Bir kıyafet alırken önemli olan kendimize yakışanı mı seçmek yoksa yakışsın ya da yakışmasın marka mı giymek? Eğer ürün bize yakışmıyorsa ya da yakıştığı halde ekonomik olarak bizi zor duruma sokuyorsa ve biz yine de marka alışverişinde bulunuyorsak, burada “marka” yalnızca bir takıntı haline dönüşmüş oluyor. Peki markanın takıntı haline dönüşmesi ne anlama geliyor? Takıntı, hangi ekonomik bütçeye sahip olursak olalım tercih ettiğimiz ürünlerde taşıdığımız şeyin “isim” olduğu anlamında kullanılıyor. Marka stratejileri, kalitelerinden ödün vermeden, kendi isimlerini pazarlama politikası ile ilerler. Onlar için en önemli adım ilk etapta isimlerini kazımak, kendilerine kitle oluşturmak ve sonrasında üründen ziyade isimlerini satmaktır. Her markanın kendine ait bir çizgisi olduğu kadar son zamanlarda modanın ikizleştirme hareketi ile genel olarak ürün yelpazeleri ve biçimleri aynı şekilde ilerlemeye başladı. Hangi mağazaya gitsek, nerede gezsek birbirine benzeyen insanlar görmeye başladık. Bu durum nasıl ortaya çıktı peki sizce? 60’lar, 70’ler, 80’ler, 90’lar 2000’lerin başında, daha çok insanların kendilerine ait tarzlarını görürdük. Şimdilerde ise etrafımıza baktığımızda yürüyen markalar görmeye başladık. Yakışmış ya da yakışmamış, marka takıntısı olan kişilerde bunun hiçbir önemi yok. Onlar için önemli olan o markadan alışveriş yapmak oluyor. Üstelik bütçelerinin hesabını bile yapmıyorlar. Moda algısının değişime uğramaya başladığı zamanlardan bu yana da bu nedenle büyüğü ya da küçüğü ile kıyafetlerin değil markaların tercih edildiğini görüyoruz. Peki markanın hiç mi önemi yok?

Marka kelimesinin anlamı, bir üretim firmasının kendisine verdiği isim ya da semboldür. Markalar tabii ki piyasa standartlarının üzerinde bir kalite ile üretim yaparlar. Bir ürünün, marka üretimi ile isimsiz üretimi arasında kumaş kalitesi farkı mutlaka var. Yıkadığınızda renk atması, uzun süre kullanamama ve yıpranması gibi sorunları markalarda diğerlerine göre daha uzun sürede yaşamaya başlarız. Bu gerçeği düşünerek marka alışverişi yapmak mantıklı gibi gelir. Ama tüketim çılgınlığı yaşanan son dönemlerde bir kıyafeti zaten ne kadar uzun süre kullanıyoruz ki? Mesela bir çocuğun bir kıyafeti yalnızca birkaç ay giyebildiğini düşünürsek, çocuğumuza marka ürün seçmemizin çok bir önemi var mıdır? Son yıllarda, kıyafetlerimizi devamlı olarak yenileme, dolabımıza yenilerini ekleme gibi bir huy edindik. İhtiyacımızın olmasının ya da olmamasının bir önemi kalmadı. Bu durumun özellikle orta ve alt ekonomik gruplarda daha yaygın olduğu gerçeğini biliyor muydunuz? Evet, alt ve orta ekonomik gruplardaki bireyler günümüzde markaya çok daha fazla önem veriyor. Kendi cebine para kalsın ya da kalmasın elindekini markaya yatırıyor. Bunun sebebi ise sosyal çevre faktörü. İçinde bulundukları sosyal ortamın marka satın alması kişileri de buna yöneltiyor. Bunun altında yatan sebepler ise çok daha önemli. Öncelikle kişiyi ruhu, zekası ve karakteri ile değil kıyafeti ile ölçüp biçen bir toplumumuzun olması. Kişilerin bu bakışa boyun eğmesi ve yaşadıkları özgüvensizlik. Tüm bunların birleşmesi aslında kişilerde psikolojik sorunlar da yaratıyor.

Marka almak tamamen gereksiz mi peki? Elbette değil. Alım gücünün olması marka satın almayı gereksiz kılmıyor. Gerekli ya da gereksiz gibi keskin bir cevabın verilemediği bu durumda, aslında kişinin tercihine göre marka alışverişi yapmasında da hiçbir sakınca yoktur. Bunun dışında kişinin mesleğine göre seçebileceği markalar var. Mesela bir tırmanış sporcusunun özel kıyafetler seçmesi, bir sporcunun uygun ürünleri markalarda bulabilmesi gibi. Bazen konfor ve güvenliğin önde olması gerekir. Bu gibi durumlarda da en konforlu ve en güvenli kıyafetleri markalarda buluruz.

Sonuç olarak, markanın sağladığı kalite yadsınamaz bir gerçektir. Fakat marka alımlarında bütçemize göre hareket etmemiz gerektiği çok daha önemli bir gerçektir. Sosyal çevre, statü ya da özgüven asla üzerimizdeki kıyafetle ve markası ile satın alınamaz. Kişinin var oluşu aklı, ruhu, karakteri ile olur. Bu durumda önemli olan giyeceğimiz şey bir marka değil kendimize yakışan olmalıdır. Eğer imkanımız varsa kendimize yakışanı marka da giyebiliriz, markasız da tercih edebiliriz. Önemli olan üzerimizdeki kıyafetin temizliği ve bize yakışmasıdır. Kıyafetin bir isminin olması bizim insanlığımıza puan kazandırmaz. Çünkü kıyafetlerin marka da olsalar tek başlarına hiçbir anlamı ve önemi yoktur.

Peki mesela spor sektörü içinde verilen özel dersler bir marka olsaydı ne amaçla seçilirdi? Kişiler özel derslerin marka olmasını göz ardı ederek yalnızca kendilerini daha çok geliştirmek ya da sağlıkları için de seçebilirdi. Ama bunun yanında yine sosyal çevre faktöründen, özgüvensizlik gibi durumlardan etkilenerek yalnızca markayı kullanıyor olmak için de özel ders seçimi yapabilirlerdi. Bu durumda her alanda marka seçimimizin temelinde yatan sebepleri sorgulamamız gerekmez mi? İçinde bulunduğumuz ekonomik durumun elvermesi ve o markada kendimize yakışanları bulabildiğimiz için marka seçimi yapmanın hiçbir sakıncası yoktur. Fakat kendimize yakışanı bulamayıp sadece marka olduğu için tercih etmemiz ya da kendimize yakışsa da ekonomik durumumuzun elvermemesine rağmen yalnızca marka ürüne sahip olmak için tercih ediyorsak burada bir sorun yok mudur?

Ünlü Amerikan moda tasarımcısı Marc Jacobs’ın dediği gibi;

“Kıyafetler, biri içinde yaşayana kadar hiçbir şey ifade etmez”.

Dünya üzerinde yaşamış, yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan herkes için ortak olan bir şey var aslında. Kendimizi mutlu hissetmek, başarmış olarak görmek, ruhsal huzurumuzun yerinde olması ve bizi güçlendirmesi. Günümüz dünya şartlarında onca problem varken bireysel olarak nasıl kendimizi huzurlu ve mutlu hissedebiliriz ki diye düşündüğümüz çokça vakit oluyor. Aslına bakılırsa işin özü tam olarak bireysel huzur, mutluluk ve başarıdan geçiyor. İnsanlar tek başlarına kendilerini her anlamda iyi ve güçlü hissettiği zaman dünyada değişmesi gereken her şey için biraz daha motive oluyoruz. Peki bir insanın kendini iyi hissetmesi ne kadar zor?

Hepimizin hayalleri var. Hayal kurmayı sevsek de sevmesek de farkında bile olmadan hepimiz yaşamak istediğimiz hayatın hayalini kurar ve bazen iç huzurumuzu o hayaller ile sağlamaya çalışırız. Hayal kurmak insanın doğasında vardır ve o hayaller ile iç huzuru sağlamaya çalışmak bilincimizin bizi güçlendirmek için oynadığı oyunlardır. Aslında bilincimizin bize vermek istediği mesaj “Eğer bu hayallerin için adım atmaya başlarsan istediğin hayatı yaşaman sandığın kadar zor olmayacak”. İçinde bulunduğumuz hayatın omuzlarımıza yüklediği sorumluluklar, her şeyin üst üste geldiği, özgüvenimizi kaybettiğimiz zamanlarda genellikle kendimizi hayatın kendi akışına teslim ederiz. Umut etmeyi ve kendimiz için çalışmayı bırakırız. İstediği hayata kavuşmuş, sevdiği işi yapan hatta adını duyurmayı başarmış bir kişiye dışarıdan bakıldığında, çoğu kişinin aklından geçen “Benim kadar zor ya da benim kadar yoğun bir hayatı var mıydı? Benim de tüm zamanımı alan bir hayatım olmasaydı ben de kendim için bir şeyler yapabilirdim” oluyor. Fakat yapılan araştırmaların sonucunda elde edilen bilgilere bakıldığında adını bildiğimiz hiç kimsenin kolay bir hayatı olmamış ve kendi hayallerini gerçekleştirmek için de bolca vakitleri yokmuş. Peki, onlarca kişiyi bir kenara bırakarak yalnızca bir kişi için düşünelim ve nasıl yaptığını, ne şekilde ilerlediğini analiz edelim.

Öncelikle hayatta mutlu olmak, huzurlu olmak ya da güçlü olmak dediğimiz zaman aklımıza gelmesi gereken ilk şey kazandığımız para olmamalı. Duygular maddi olgularla yönetilemeyecek kadar hassas, derin ve güçlüdür. Öyleyse bizim için öncelik bu hayatta ne yapmak istediğimizi belirlemek olmalı. Aklımızı ve ruhumuzu ayrı ayrı dinlediğimiz zaman tam olarak ne yapmak istediğimizi anlamak hiç de zor olmayacaktır. Bunu yaparken kendimize koyduğumuz sınırları bir kenara bırakmalıyız. Engeller her zaman yıkılmak içindir ve bu hayatta imkânsız olan hiçbir şey yoktur. Yapmak istediğimiz şeyi belirledikten sonra ise artık geriye kalan kısım çok daha kolay olacak. Yapmamız gerekenlerin en başında kendimize bir hedef belirlemek geliyor. Hedef belirlemek, çoğu zaman hepimizin unuttuğu ve bu yüzden de bir işe girişirken düzenimizin kaçmasına sebep olan en önemli etkendir. Hedefimizi en başından belirlediğimiz zaman ise sırayla neler yapmamız gerektiğinin farkında olur, buna göre hareket eder ve önümüzdeki plan için motive oluruz.

Hedefimize adım adım ilerlerken önümüze engel çıkarsa ya da işin sonuna geldiğimizde başarısız olursak, hayalimizden vaz mı geçmeliyiz? Bu sorunun cevabını yaptığı işler ile veren onlarca örnek var aslında etrafımızda. Mesela Marc Zuckerberg, Bill Gates, Steve Jobs bunlardan yalnızca bazıları. Bir defa, iki defa hatta onlarca defa başarısız olabiliriz. Her başarısızlık bizi daha sağlam bir başarıya götürecektir. Çünkü başarısız olmamızın arkasında yaptığımız hataları görür ve bunları düzelterek yolumuza devam ederiz. Hedefimizi belirleyip, eksiklerimizi tamamlayıp, yanlışlarımızı telafi ederek hiç vazgeçmeden devam edersek başarı kaçınılmaz olacak. Önemli olan koyduğumuz hedefe yorulsak bile hiç durmadan yürümeye devam etmektir. Bir hedefimiz olması gerektiğinin ve bu hedefe yüzümüzü dönerek koşmamız gerektiğinin en güzel örneğini Mustafa Kemal Atatürk vermemiş midir? “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”, yalnızca bir cümle, konulmuş tek bir hedef, hedefe olan tam inanç ve hiç durmadan amaca koşma, ülkemize getirdiği başarının yanı sıra tüm dünya tarihine kazınmıştır.

Hedef koymak, hedefe koşmak içinde bulunduğumuz hayattan çok daha farklı bir istek için olabilirken, halihazırda içinde bulunduğumuz hayat için de geçerlidir. Yapmakta olduğumuz meslek için de kendimize yeni hedefler belirleyebilir ve kendi gelişimimizi daha da ileriye taşıyabiliriz. Eğitim sektörü içinde olan bir öğretmen, hizmet sektörü içinde olan bir turizmci, spor sektörü içinde olan bir antrenör, sağlık sektörü içinde olan bir doktor gibi çeşitlendirilebilecek onlarca meslek için gelişim sağlamanın başlıca kuralı da hedef belirlemektir. Sorumuz ilk olarak her zaman “Kendime daha fazla ne katabilirim?” olmalıdır. Bu sorunun cevabını verdikten sonra hedefimizi belirlemiş oluyoruz. Yapmamız gereken bıkmadan, usanmadan ama her şeyden önce vazgeçmeden hedefimize doğru yol almak. Yürüdüğümüz yolda motivasyonumuzu güçlendirmek için kendimize, ünlü yazar S. Keth Moorhead’ ın “Hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde tırmanmamıştır” sözünü de hatırlatabiliriz. Koyduğumuz hedefe benzer kişilerin yaptıklarını okuyabilir, varsa filmini izleyebilir ya da konuşmalarını dinleyebiliriz. Kendimiz gibi bu yolda yürümüş ve başarmış kişilerin, geçtikleri yollarda neler yaptıklarını bilmek de bizleri hedefimize daha fazla yaklaşmamız için motive edecektir.

Özellikle son zamanlarda yaşadığımız pandemi sürecinde, evde bulunduğumuz – bulunmak zorunda olduğumuz – günlerde vaktimizi boşa harcamamalıyız. Bolca olan bu vaktimizi kişisel gelişimimize yeni şeyler katarak geçirmek günün sonunda hepimiz için artılar doğuracaktır. Mesleğimizde daha donanımlı bir yapıya sahip olabilir ve çok daha başarılı işlere imza atabiliriz. Çocukluğumuzdan bu yana bizlere öğretildiği ve her sabah ruhumuza çalışma azmi katan, saygıdeğer Reşit Galip’in bizlere söylediği gibi :

“Ülküm: Yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.”