fbpx

Ne için spor yapıyoruz? Yalnızca sağlıklı olmak için mi? Birçoğumuzun spor yapmak, spor salonu denildiği zaman aklına gelen ilk şey sağlıklı bir yaşam oluyor. Sağlıklı bir yaşam için anahtar yolların en başında gelen mutlaka düzenli spor yapmaktır. Sporun sağlıklı yaşam kalitemizi artırmadaki etkisi yadsınamaz bir gerçek. Sağlığımıza; kaslarımızın gelişmesi, vücut direncimizin yükselmesi, vücut kütle indeksimizin gerektiği oranda olması, gelecekte geçirilme ihtimali olan hastalıkların risk yüzdesini düşürme gibi birçok etkisi vardır. Fiziksel sağlığın gelişmesi ve güçlendirilmesi için de spor yapmaya karar veririz. Spor her yerde yapılabiliyor da olsa düzenli ve kendimize uygun bir program ile egzersiz yapmanın yolu spor salonlarından geçer. Alanında uzmanlaşmış spor antrenörleri sayesinde vücudumuz için en uygun egzersizleri yine kendimize uygun bir süre ve sıklıkla düzenli bir şekilde yapabiliriz.

Düzenli bir şekilde spor yapmak yalnızca fiziksel sağlığımıza mı etki eder? Tabii ki hayır. Sporun fiziksel sağlığımıza ne kadar etkisi varsa bir o kadar da mental sağlığımıza etkisi vardır. Spor yapmaya başladıktan kısa bir süre sonra kişinin vücudundaki yorgunluk halinin azalması ve dolayısıyla kendini çok daha enerji dolu hissetmesi bir başka etkisidir. Yorgunluk ve enerji durumundaki değişim ise mental sağlığımıza katkıda bulunur. Ayrıca spor yaptıkça vücudumuz daha fazla endorfin salgılamaya başlar. Bu sayede de kişi kendini daha mutlu hissetmeye başlar. Yalnızca endorfin değil hem serotonin hem de dopamin seviyemizde artış sağlar. Böylece kişi mental açıdan daha sakin ve stressiz bir yapıya kavuşur.

Dünya üzerindeki insanların yarıdan fazlası sabah erken uyanmakta güçlük çeker. Birçoğumuz gece, sabah erken kalkacağımıza dair kendimize söz veririz fakat alarm çaldığında bir türlü yataktan çıkamayız. Sabah erken kalkmak günümüzü verimli geçirmemizi ve daha berrak bir zihin ile enerji dolu yaşamamızı sağlar. Düzenli spor sayesinde hem mental hem de fiziki sağlık kalitemiz artacağından uyku kalitemizde de artış sağlanır. Böylece uykuya daha rahat geçebilir ve sabahları çok daha sakin ve berrak bir zihin ile güne başlayabiliriz. Tüm bunlar ise hem günümüze hem de işlerimize daha iyi motive olmamızı ve kendimizi daha güçlü hissetmemizi sağlar. Peki insanlar spor salonlarına yalnızca bu amaçlar için mi gidiyor?

Spor salonu hepimiz için daha düzenli ve kendimize uygun yöntemler ile egzersiz yapmamızı sağlar. Bu nedenle de spor yapmaya karar verdiğimizde spor sektörü içinde uzman antrenörler ile çalışmayı tercih ederiz. Fakat yapılan araştırmalar gösteriyor ki kişilerin spor salonlarına gitmesinin tek sebebi fiziksel ve mental sağlık kalitesini artırmak değil. Fiziksel ve mental sağlık kalitesinin dışında ve kariyer alanında ilerlemek için de spor salonlarına gidilmektedir. Çalışmak istediği yerin üst düzey çalışanlarının gittiği salonları tercih ederek burada onlarla tanışma fırsatı yaratmak isteyenler de vardır. Spor salonlarına gelip gözlem yaparak kendi işi ile ilgili ortaklık kurmak isteyenler olduğu gibi çalışmak istediği şirketten kişiler ile arkadaşlık kurarak kariyerinde yükselmek isteyenler de oluyor. Ayrıca spor yapmanın kişideki özgüveni artırdığını da düşünürsek sosyal bir ortama dahil olmayı da kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Yapı olarak çekingen ve kolay iletişim kuramayan kişilerin spor salonlarına gelerek bu zincirlerinden kurtuldukları da bilinen bir gerçektir. Ayrıca sosyalleşen kişinin iletişimini giderek güçlendirmesi ile yeni arkadaşlıklar edindiği de yapılan araştırmalar sonucunda görülmüştür. Dolayısıyla spor salonları kişiler için yalnızca fiziksel ve mental sağlık değil iş, kariyer ve sosyalleşme de vaat eder.

 

 

 

Bir şeyin icat edeni olmayı kim istemez ki? Adını tarihe yazdırmak bir yana tüm insanlığa bir miras bırakmanın gururu ve mutluluğu daha iyi nasıl yaşanabilir? Hayatını kaybettikten yüzyıllar hatta binlerce yıl sonra bile anılmak, örnek olmak, rol model alınmak… Aslına bakılırsa hepimiz isteriz bunu ama başarabilenimiz oldukça az. Biraz cesaret, çokça çalışma ve biraz da azimli olmak yeterlidir. Ama birçoğumuzda bunların en önemlisi olan cesaret yoktur, cesareti olan ise kazanır. Zekâmız, çalışma azmimiz ile birleştiği zaman başaramayacağımız hiçbir şey olamaz. Önemli olan aklımızdakini uygulamaya dökebilmektir.

Tüm hayatlara dokunabilecek onlarca fikir var hepimizin aklında. Hayata geçirilse belki de bir ilk olacak ve yaşama büyük katkılar sağlayacak fikirler. Bazılarımız cesareti sayesinde bu fikirlerini büyük ya da küçük demeden hayata geçirir. Peki ilk adımı atan kaybedebilir mi? Şimdiye kadar kaybeden olmamıştır, en fazla çıktığı yolda tökezleyen olmuştur. Ama önemli olan her şeye rağmen devam edebilmektir. Yanımızda destekçilerimiz olsa da olmasa da devam edebilmek… Başarmak için cesaret göstermek ve canımızı dişimize takmak sonunda bize o ilk adımı atan olarak “hatırlanan” olmayı getirecektir. Abraham Lincoln bunun en güzel örneklerinden biri olmuştur. Maddi olarak oldukça kötü durumda olan bir ailede dünyaya gelen Lincoln, henüz 10 yaşında bir çocukken annesini kaybetti. Annesini kaybettikten sonra tarlalarda, bakkallarda çalışarak hayatını idame ettirmeye çalıştı. 21 yaşından 24 yaşına kadar çalıştığı işlerini kaybetti. 25 yaşındayken 3 çocuğunu kaybetti ve psikolojik olarak kötü bir döneme girdi. 34 yaşına geldiğinde ise kongre seçimlerini kaybetmeye başlayan Lincoln, 52 yaşına kadar tam 6 defa seçim kaybetti. Fakat attığı adımdan hiç geri dönmeyerek 52 yaşında Amerika Birleşik Devletleri’ne başkan olmayı başardı. Yaşadığı onca zorlu dönemlere rağmen başkan seçilmeyi başaran Lincoln’ü bugün hala hatırlıyorsak bu yalnızca kazandıktan sonra köleliği kaldırması sayesinde değil, onca zorlu şartlara rağmen yolundan hiç vazgeçmemesi ile de oldu.

İlk adımı atmak, tarihe adını yazdırmak, yıllar da geçse her zaman hatırlanmak yalnızca keşif yaparak, bir şey icat ederek mi mümkündür? 21. Yüzyılda bile hala adını gururla andığımız Fatih Sultan Mehmet bu soruya direkt bir cevap niteliğindedir. Fatih, hem İstanbul’u Fethi ile hem de bu fetih hareketi sırasında icatlar yapması ile yalnızca Türk değil dünya tarihine adını kazımıştır. Yüzlerce yıl hüküm sürmüş Doğu Roma İmparatorluğu’nun çelik gibi kuvvetli surlarını yıkabilmek adına şahin toplarını bizzat kendisi tasarlamış ve İstanbul’un fethinde bir dönüm noktası yaşanmasını sağlamıştır. Ayrıca gemilerin karadan yürütülerek denize ulaştırılması fikri dahiyane bir düşünce değil de nedir? Hem fetih için ilk adımı atması hem de fethi galibiyetle sonuçlandırabilmek için icatlar yapması ve çıktığı yoldan asla geri dönmemesi ile adını tarihe yazdıran Fatih, Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açmayı da başarmıştır. Fatih’in başarısı öyle bir başarıdır ki, yüzyıllarca İstanbul’u fethetmek farklı milletler tarafından denense de başarabilen yalnızca O oldu. Çünkü O, mücadelesinden hiç vazgeçmedi. Dünya Harbi’nin yıkıntılarını üzerinden atmaya çalışan, bir yandan da işgal altındaki topraklarını geri alabilmek adına mücadele etmeye çalışan mağlup bir milletin tek umudu Mustafa Kemal Atatürk idi. Yıkıntılar altındaki bu milleti tekrar ayağa kaldırabilmek ve onlara yeniden umut verebilmek için gerek cephede gerekse mecliste canla başla çalışmış ve bu umutsuz milleti yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır. Savaş sonrasında milletin üzerine çöken o kara bulutları fikirleri ile önce aydınlattı sonrasında attığı ilk adım ile o bulutları dağıttı. Bir ülkeyi yok olmaktan kurtaran Atatürk, bugün hala saygı ile anılıyorsa bu attığı ilk adım sayesinde oldu ve kendisine verilen “Önder” unvanını sonuna kadar hak etti.

İnsanların hayatlarına dokunabilecek fikirleri korkmadan hayata geçirenler de bugün ve yüzyıllar sonra hatırlanan ve hep kazanmış olan kişi olarak kalacak. Bir adım önde olmayı başaranlardan bir tanesi de hizmet sektörü içinde yer alan “Getir” oldu. 2015 yılında kurulan bu uygulama, günümüzde muadilleri çıkarılan ancak ilk olduğu için akıllarda en çok yer edinen Nazım Salur tarafından hizmete sunuldu. İnsanların yoğun günlerinde ya da zaman ayıramadıkları anlarında imdadına koşan bu uygulama hizmet sektöründe bir ilke imza attı.

Peki bunca örnekten sonra bir adım önde olmak, bir ilki başarmak yalnızca keşiflerle, icatlarla, fetihlerle, kurtarıcı olmakla, teknolojiye ve hizmete yeni bir yön vermekle mi mümkündür? Bir iyilik hareketi başlatmak, yardıma ihtiyacı olan insanlara dokunabilmek de bir adım önde olmayı ve her zaman hatırlanmayı sağlar. Mesela son zamanlarda hepimizin öğrendiği oldukça tehlikeli olan SMA hastalığı için bir yardım hareketi başlatmak da hem bu hastalıkla mücadele eden çocuklarımızın hayatlarına dokunur hem de bir farkındalık oluşturur. Buna örnek olarak geçtiğimiz günlerde başlattığım, spor sektörü içindeki sporcularımızın ve spor yapanların koştukları kilometre ile orantılı olarak bağışladığım yardım hem çocuklarımızın hayatlarına dokundu hem de bir farkındalık yarattı. Kendi alanımda başlatmış olduğum bu iyilik hareketi ile de meslektaşlarıma bir ilk ve farkındalık örneği olmanın haklı gururu içerisindeyim. Aynı zamanda biliyorum ki ilki başlattığım bu hareket ile daha fazla çocuğumuzun hayatına dokunmak için meslektaşlarım da devamını getirecektir. Buradan da anlayacağımız gibi bir adım önde olmak, hayatlara dokunmak oldukça kolay. Yalnızca biraz cesaret, biraz azim ve ilk adımı atmaktan geçiyor. İşte insanlık bu değerlerin üzerinde yükselmekte ve bizlere insan olduğumuzu hatırlatmaktadır. Bugün ilk adımı atarak bizlere ihtiyacı olan insanlara koşmak yarınlarda bizi hatırlamalarını ve tabii bizim ihtiyacımız olduğu anlarda onların da bizlere koşmasını sağlar. Hayatımızda karşımıza çıkabilecek tüm engelleri aşabilir ve ilkleri gerçekleştirecek fikirlerimizi hayata geçirebiliriz. Hayatınızda, kariyerinizde ilerlemenin yolu yalnızca verilen sorumlulukları yerine getirmekten geçmez. Bizleri yukarı taşıyan, adımızı tarihe kazıyan her zaman fikirlerimizi düşüncede bırakmadan hayata geçirmemiz ile oluyor. Biliyorum ki hepimiz bir alanda ilk olacak fikirlere sahibiz. Bir adım önde olmak yalnızca atacağımız ilk adımdan geçer…

Kadın ve erkek henüz anne karnında iken bile yaradılış olarak farklılardır. İlk olarak tüm ceninler anne karnında dişi olarak var olur. Babadan alınan genlerin cinsiyeti belirlemesinin yanında, asıl farklılıkları ortaya koyan cinsiyet hormonları olur. Cinsiyet hormonları, kişiliği ve cinsiyeti anne karnında şekillendirir. En başında dişi olan tüm ceninler sonrasında testesteron hormonu var olursa erkeğe dönüşür. Testesteron hormonu ise yalnızca cinsiyet üzerinde etkili olmaz, cenin üzerinde kişilik, beyin ve tüm vücut gelişimi üzerinde etkilidir. Kibir, sinirli hal, riske girme, rekabet etme ve liderlik gibi karakteristik özelliklerin belirleyiciliği anne karnında testesteron hormonunun oluşması ile cenin üzerinde etkili olmaya başlar. Anne karnında şekillenen hem vücut gelişimi hem de kişilik gelişimi yalnızca aile genlerinin aktarımı ile tamamlanmaz. Özellikle kişilik gelişimi ve karakter yapısı her ne kadar genler ile şekilleniyorsa da temel etken ailenin yetiştirme tarzı olur. Ailelerin yetiştirme tarzı ile cinsiyet ayrımı keskin çizgilere oturur. Erkek çocuğa mavi – kız çocuğa pembe, erkek çocuğa – futbol kız çocuğa voleybol, erkek çocuğa oyuncak araba – kız çocuğa oyuncak bebek gibi kalıplaşmış ayrımlar nedeni ile çocuklar yetişkinliğe bu ayrımlara inanarak ve bu ayrımlar dahilinde erişir. Dolayısıyla kadın ve erkek arasındaki fark, yalnızca cinsiyet farkı olmakla kalmaz, bakış açısı, yetenek, ilgi alanı, karar alma süreci gibi birçok konuda olur. Bu tür farklılıkların oluşmasındaki temel etken ise beyin işleyişindeki farktır. Anne karnına dişi olarak düşen ceninler testesteron hormonu ile erkek olduğunda bu hormon ile beyin kendisini yeniler. Erkekler olaylar arası bağlantılarda daha sınırlı, bağlantılara bakışta daha düzken konulara odaklanmada daha iyilerdir. Kadınlar ise çok daha genellerdir. Kadın beyni daha karmaşık, karmaşaya rağmen olaylar arasında ve bakışta daha detaylı bağlantılar kurabilen aynı zamanda da küçük ve karmaşık görülen her şeyi bir bütün haline getirebilen bir yapıdadır. Kadın ve erkek beyni işleyişi arasındaki bu temel farklar, ikisinin de farklı beyin yarı küresini kullanmaları ile birleşince ortaya düşünce şekli farkı da çıkmış oluyor.

Kadın ve erkek arasındaki farklardan bir tanesi de duyusal farklardır. Erkekler bir olaya odaklanma da daha iyi oldukları halde dikkat konusunda kadınlar daha iyidir. Erkekler bir olay esnasında tek duyu kullanabilirlerken kadınlar tüm duyularını kullanabilirler. Hatta Florida Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre bir kadın birden fazla ürün hakkında tüm detayları hatırlarken erkekler yarı yarıya detayları ya fark etmezler ya da unuturlar. Bu nedenle de genel olarak erkekler teknolojik eşyalar üzerinde detaylara odaklanıp sonuç odaklı hareket ederken kadınlar her şey üzerinde detaylara odaklanır ve sonuç elde etmek için birçok süzgeç kullanır. Bu durum kadın ve erkek arasında satın alma üzerinde de farklılıklar yaratır.

Erkekler genel olarak bireysel hareket eder, tüm ilişki modellerinde bir üçgen kurup en yukarıda olmaya yönelirler. Yapı olarak “Ben” üzerinden hareket ederler fakat bu bencil oldukları anlamına gelmez. Kendileri için kullandıkları ve hareket ettikleri “Ben” kavramı daha özgür olma ve daha bağımsız yaşama anlamındadır. Böylelikle karar alma sürecinde kadınlara göre daha fazla risk alırlar. Aldıkları riskin sonunda istediklerini elde edemediklerinde ise daha az şikayet eder ve sebeplerini kendilerine saklarlar. Kadınlar risk alma konusunda erkeklere göre daha dikkatli ve detaycı davranır. Risk alma konusu kadın için de erkek için de yalnızca bir iş girişiminde değil sosyal hayatta bir ürün satın almada da farklıdır. Pazarlama ve satış konusunda da farklı olan iki cinsiyet, hareket aşamasında düşünce şekillerinden dolayı farklı davranırlar. Cinsiyete göre satın alma kararlarındaki farklar tüm sektörlerde farklı satış stratejilerini doğurur. Bir ürün satılacağını hayal ederek farklılık konusuna açıklık getirecek olursak; satıcı olan kişinin hitap ettiği cinsiyeti bilmesi önemlidir. Mesela spor sektörü içinde olan bir antrenör düşünelim. Antrenör özel ders satışı yapacağı zaman hedef kitlesini belirlemesi ve buna göre hareket etmesi gerekir. Satış yapılacak kişi erkek olduğunda dersin içeriğinden ziyade ders sonucunda elde edeceklerinden bahsetmesi genel olarak yeterli gelirken satış yapılacak kişi kadınsa yalnızca sonuçtan değil her dersin işleyişinden ve işleyiştekilerin nelere etkisi olacağından bahsedilmesi gerekir.

Satın alma kararında etkili olanlar da erkekler ve kadınlar arasında farklıdır. Erkekler detaylar ile ilgilenmez, o sırada istediklerine dikkat eder ve sonuca odaklanır. Kadınlar ise istedikleri bir şeyi bile satın alacakları zaman tüm detaylara dikkat eder, sonuca bakar ve kendileri için gerçekten gerekli ya da yararlı olup olmayacağına odaklanır. Bu nedenle de bir erkeğin satın alma ve satma süreci bir kadının satın alma ve satma sürecine göre daha kısadır. En basit örneği ile bir kıyafet satın alınacağını düşünelim. Erkek yalnızca göz gezdirir, bir tane ürünü eline alır ve bunu yalnızca bedenine olup olmayacağına bakmak için dener. Eğer bedenine olursa gerisini düşünmez ve satın alma sürecini sonlandırır. Kadın ise her şeyi tek tek inceler, denemek istediğini seçer fakat buradaki deneme yalnızca bedenine olup olmayacağı değildir. Bedenin olması, yakışması, askıdaki duruşu ile giydiğinde üzerindeki duruşu hatta rahat kombin yapılıp yapılamayacağı gibi birçok detayı düşünerek satın alma kararı verir. Bu nedenle de hizmet sektörü içinde olan bir satıcı ürün hakkında bilgi verirken genellikle karşısındaki alıcının beden diline odaklanır. Bir erkeğin ikna olduğunu görmek çok daha kısa sürerken ve bunu genelde kafasını sallaması ile anlarken bir kadını ikna etmek çok daha uzun sürer. Bir kadının erkek gibi kafasını sallaması ikna olduğuna değil daha fazla detay öğrenmek istediğine işaret eder. Cinsiyete göre düşünme, karar verme gibi tüm farklar hakkında Prof. Dr. Sinan Canan “Erkek beyni beta, kadın beyni son sürüm” diyerek mizahi bir yaklaşım yapmıştır. Erkekler satın alma kararı verirken sonuca bakar fakat kadınlar satın alma kararı verirken tüm olgulara bakar.

Bir kıyafet alırken önemli olan kendimize yakışanı mı seçmek yoksa yakışsın ya da yakışmasın marka mı giymek? Eğer ürün bize yakışmıyorsa ya da yakıştığı halde ekonomik olarak bizi zor duruma sokuyorsa ve biz yine de marka alışverişinde bulunuyorsak, burada “marka” yalnızca bir takıntı haline dönüşmüş oluyor. Peki markanın takıntı haline dönüşmesi ne anlama geliyor? Takıntı, hangi ekonomik bütçeye sahip olursak olalım tercih ettiğimiz ürünlerde taşıdığımız şeyin “isim” olduğu anlamında kullanılıyor. Marka stratejileri, kalitelerinden ödün vermeden, kendi isimlerini pazarlama politikası ile ilerler. Onlar için en önemli adım ilk etapta isimlerini kazımak, kendilerine kitle oluşturmak ve sonrasında üründen ziyade isimlerini satmaktır. Her markanın kendine ait bir çizgisi olduğu kadar son zamanlarda modanın ikizleştirme hareketi ile genel olarak ürün yelpazeleri ve biçimleri aynı şekilde ilerlemeye başladı. Hangi mağazaya gitsek, nerede gezsek birbirine benzeyen insanlar görmeye başladık. Bu durum nasıl ortaya çıktı peki sizce? 60’lar, 70’ler, 80’ler, 90’lar 2000’lerin başında, daha çok insanların kendilerine ait tarzlarını görürdük. Şimdilerde ise etrafımıza baktığımızda yürüyen markalar görmeye başladık. Yakışmış ya da yakışmamış, marka takıntısı olan kişilerde bunun hiçbir önemi yok. Onlar için önemli olan o markadan alışveriş yapmak oluyor. Üstelik bütçelerinin hesabını bile yapmıyorlar. Moda algısının değişime uğramaya başladığı zamanlardan bu yana da bu nedenle büyüğü ya da küçüğü ile kıyafetlerin değil markaların tercih edildiğini görüyoruz. Peki markanın hiç mi önemi yok?

Marka kelimesinin anlamı, bir üretim firmasının kendisine verdiği isim ya da semboldür. Markalar tabii ki piyasa standartlarının üzerinde bir kalite ile üretim yaparlar. Bir ürünün, marka üretimi ile isimsiz üretimi arasında kumaş kalitesi farkı mutlaka var. Yıkadığınızda renk atması, uzun süre kullanamama ve yıpranması gibi sorunları markalarda diğerlerine göre daha uzun sürede yaşamaya başlarız. Bu gerçeği düşünerek marka alışverişi yapmak mantıklı gibi gelir. Ama tüketim çılgınlığı yaşanan son dönemlerde bir kıyafeti zaten ne kadar uzun süre kullanıyoruz ki? Mesela bir çocuğun bir kıyafeti yalnızca birkaç ay giyebildiğini düşünürsek, çocuğumuza marka ürün seçmemizin çok bir önemi var mıdır? Son yıllarda, kıyafetlerimizi devamlı olarak yenileme, dolabımıza yenilerini ekleme gibi bir huy edindik. İhtiyacımızın olmasının ya da olmamasının bir önemi kalmadı. Bu durumun özellikle orta ve alt ekonomik gruplarda daha yaygın olduğu gerçeğini biliyor muydunuz? Evet, alt ve orta ekonomik gruplardaki bireyler günümüzde markaya çok daha fazla önem veriyor. Kendi cebine para kalsın ya da kalmasın elindekini markaya yatırıyor. Bunun sebebi ise sosyal çevre faktörü. İçinde bulundukları sosyal ortamın marka satın alması kişileri de buna yöneltiyor. Bunun altında yatan sebepler ise çok daha önemli. Öncelikle kişiyi ruhu, zekası ve karakteri ile değil kıyafeti ile ölçüp biçen bir toplumumuzun olması. Kişilerin bu bakışa boyun eğmesi ve yaşadıkları özgüvensizlik. Tüm bunların birleşmesi aslında kişilerde psikolojik sorunlar da yaratıyor.

Marka almak tamamen gereksiz mi peki? Elbette değil. Alım gücünün olması marka satın almayı gereksiz kılmıyor. Gerekli ya da gereksiz gibi keskin bir cevabın verilemediği bu durumda, aslında kişinin tercihine göre marka alışverişi yapmasında da hiçbir sakınca yoktur. Bunun dışında kişinin mesleğine göre seçebileceği markalar var. Mesela bir tırmanış sporcusunun özel kıyafetler seçmesi, bir sporcunun uygun ürünleri markalarda bulabilmesi gibi. Bazen konfor ve güvenliğin önde olması gerekir. Bu gibi durumlarda da en konforlu ve en güvenli kıyafetleri markalarda buluruz.

Sonuç olarak, markanın sağladığı kalite yadsınamaz bir gerçektir. Fakat marka alımlarında bütçemize göre hareket etmemiz gerektiği çok daha önemli bir gerçektir. Sosyal çevre, statü ya da özgüven asla üzerimizdeki kıyafetle ve markası ile satın alınamaz. Kişinin var oluşu aklı, ruhu, karakteri ile olur. Bu durumda önemli olan giyeceğimiz şey bir marka değil kendimize yakışan olmalıdır. Eğer imkanımız varsa kendimize yakışanı marka da giyebiliriz, markasız da tercih edebiliriz. Önemli olan üzerimizdeki kıyafetin temizliği ve bize yakışmasıdır. Kıyafetin bir isminin olması bizim insanlığımıza puan kazandırmaz. Çünkü kıyafetlerin marka da olsalar tek başlarına hiçbir anlamı ve önemi yoktur.

Peki mesela spor sektörü içinde verilen özel dersler bir marka olsaydı ne amaçla seçilirdi? Kişiler özel derslerin marka olmasını göz ardı ederek yalnızca kendilerini daha çok geliştirmek ya da sağlıkları için de seçebilirdi. Ama bunun yanında yine sosyal çevre faktöründen, özgüvensizlik gibi durumlardan etkilenerek yalnızca markayı kullanıyor olmak için de özel ders seçimi yapabilirlerdi. Bu durumda her alanda marka seçimimizin temelinde yatan sebepleri sorgulamamız gerekmez mi? İçinde bulunduğumuz ekonomik durumun elvermesi ve o markada kendimize yakışanları bulabildiğimiz için marka seçimi yapmanın hiçbir sakıncası yoktur. Fakat kendimize yakışanı bulamayıp sadece marka olduğu için tercih etmemiz ya da kendimize yakışsa da ekonomik durumumuzun elvermemesine rağmen yalnızca marka ürüne sahip olmak için tercih ediyorsak burada bir sorun yok mudur?

Ünlü Amerikan moda tasarımcısı Marc Jacobs’ın dediği gibi;

“Kıyafetler, biri içinde yaşayana kadar hiçbir şey ifade etmez”.

Dünya üzerinde yaşamış, yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan herkes için ortak olan bir şey var aslında. Kendimizi mutlu hissetmek, başarmış olarak görmek, ruhsal huzurumuzun yerinde olması ve bizi güçlendirmesi. Günümüz dünya şartlarında onca problem varken bireysel olarak nasıl kendimizi huzurlu ve mutlu hissedebiliriz ki diye düşündüğümüz çokça vakit oluyor. Aslına bakılırsa işin özü tam olarak bireysel huzur, mutluluk ve başarıdan geçiyor. İnsanlar tek başlarına kendilerini her anlamda iyi ve güçlü hissettiği zaman dünyada değişmesi gereken her şey için biraz daha motive oluyoruz. Peki bir insanın kendini iyi hissetmesi ne kadar zor?

Hepimizin hayalleri var. Hayal kurmayı sevsek de sevmesek de farkında bile olmadan hepimiz yaşamak istediğimiz hayatın hayalini kurar ve bazen iç huzurumuzu o hayaller ile sağlamaya çalışırız. Hayal kurmak insanın doğasında vardır ve o hayaller ile iç huzuru sağlamaya çalışmak bilincimizin bizi güçlendirmek için oynadığı oyunlardır. Aslında bilincimizin bize vermek istediği mesaj “Eğer bu hayallerin için adım atmaya başlarsan istediğin hayatı yaşaman sandığın kadar zor olmayacak”. İçinde bulunduğumuz hayatın omuzlarımıza yüklediği sorumluluklar, her şeyin üst üste geldiği, özgüvenimizi kaybettiğimiz zamanlarda genellikle kendimizi hayatın kendi akışına teslim ederiz. Umut etmeyi ve kendimiz için çalışmayı bırakırız. İstediği hayata kavuşmuş, sevdiği işi yapan hatta adını duyurmayı başarmış bir kişiye dışarıdan bakıldığında, çoğu kişinin aklından geçen “Benim kadar zor ya da benim kadar yoğun bir hayatı var mıydı? Benim de tüm zamanımı alan bir hayatım olmasaydı ben de kendim için bir şeyler yapabilirdim” oluyor. Fakat yapılan araştırmaların sonucunda elde edilen bilgilere bakıldığında adını bildiğimiz hiç kimsenin kolay bir hayatı olmamış ve kendi hayallerini gerçekleştirmek için de bolca vakitleri yokmuş. Peki, onlarca kişiyi bir kenara bırakarak yalnızca bir kişi için düşünelim ve nasıl yaptığını, ne şekilde ilerlediğini analiz edelim.

Öncelikle hayatta mutlu olmak, huzurlu olmak ya da güçlü olmak dediğimiz zaman aklımıza gelmesi gereken ilk şey kazandığımız para olmamalı. Duygular maddi olgularla yönetilemeyecek kadar hassas, derin ve güçlüdür. Öyleyse bizim için öncelik bu hayatta ne yapmak istediğimizi belirlemek olmalı. Aklımızı ve ruhumuzu ayrı ayrı dinlediğimiz zaman tam olarak ne yapmak istediğimizi anlamak hiç de zor olmayacaktır. Bunu yaparken kendimize koyduğumuz sınırları bir kenara bırakmalıyız. Engeller her zaman yıkılmak içindir ve bu hayatta imkânsız olan hiçbir şey yoktur. Yapmak istediğimiz şeyi belirledikten sonra ise artık geriye kalan kısım çok daha kolay olacak. Yapmamız gerekenlerin en başında kendimize bir hedef belirlemek geliyor. Hedef belirlemek, çoğu zaman hepimizin unuttuğu ve bu yüzden de bir işe girişirken düzenimizin kaçmasına sebep olan en önemli etkendir. Hedefimizi en başından belirlediğimiz zaman ise sırayla neler yapmamız gerektiğinin farkında olur, buna göre hareket eder ve önümüzdeki plan için motive oluruz.

Hedefimize adım adım ilerlerken önümüze engel çıkarsa ya da işin sonuna geldiğimizde başarısız olursak, hayalimizden vaz mı geçmeliyiz? Bu sorunun cevabını yaptığı işler ile veren onlarca örnek var aslında etrafımızda. Mesela Marc Zuckerberg, Bill Gates, Steve Jobs bunlardan yalnızca bazıları. Bir defa, iki defa hatta onlarca defa başarısız olabiliriz. Her başarısızlık bizi daha sağlam bir başarıya götürecektir. Çünkü başarısız olmamızın arkasında yaptığımız hataları görür ve bunları düzelterek yolumuza devam ederiz. Hedefimizi belirleyip, eksiklerimizi tamamlayıp, yanlışlarımızı telafi ederek hiç vazgeçmeden devam edersek başarı kaçınılmaz olacak. Önemli olan koyduğumuz hedefe yorulsak bile hiç durmadan yürümeye devam etmektir. Bir hedefimiz olması gerektiğinin ve bu hedefe yüzümüzü dönerek koşmamız gerektiğinin en güzel örneğini Mustafa Kemal Atatürk vermemiş midir? “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”, yalnızca bir cümle, konulmuş tek bir hedef, hedefe olan tam inanç ve hiç durmadan amaca koşma, ülkemize getirdiği başarının yanı sıra tüm dünya tarihine kazınmıştır.

Hedef koymak, hedefe koşmak içinde bulunduğumuz hayattan çok daha farklı bir istek için olabilirken, halihazırda içinde bulunduğumuz hayat için de geçerlidir. Yapmakta olduğumuz meslek için de kendimize yeni hedefler belirleyebilir ve kendi gelişimimizi daha da ileriye taşıyabiliriz. Eğitim sektörü içinde olan bir öğretmen, hizmet sektörü içinde olan bir turizmci, spor sektörü içinde olan bir antrenör, sağlık sektörü içinde olan bir doktor gibi çeşitlendirilebilecek onlarca meslek için gelişim sağlamanın başlıca kuralı da hedef belirlemektir. Sorumuz ilk olarak her zaman “Kendime daha fazla ne katabilirim?” olmalıdır. Bu sorunun cevabını verdikten sonra hedefimizi belirlemiş oluyoruz. Yapmamız gereken bıkmadan, usanmadan ama her şeyden önce vazgeçmeden hedefimize doğru yol almak. Yürüdüğümüz yolda motivasyonumuzu güçlendirmek için kendimize, ünlü yazar S. Keth Moorhead’ ın “Hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde tırmanmamıştır” sözünü de hatırlatabiliriz. Koyduğumuz hedefe benzer kişilerin yaptıklarını okuyabilir, varsa filmini izleyebilir ya da konuşmalarını dinleyebiliriz. Kendimiz gibi bu yolda yürümüş ve başarmış kişilerin, geçtikleri yollarda neler yaptıklarını bilmek de bizleri hedefimize daha fazla yaklaşmamız için motive edecektir.

Özellikle son zamanlarda yaşadığımız pandemi sürecinde, evde bulunduğumuz – bulunmak zorunda olduğumuz – günlerde vaktimizi boşa harcamamalıyız. Bolca olan bu vaktimizi kişisel gelişimimize yeni şeyler katarak geçirmek günün sonunda hepimiz için artılar doğuracaktır. Mesleğimizde daha donanımlı bir yapıya sahip olabilir ve çok daha başarılı işlere imza atabiliriz. Çocukluğumuzdan bu yana bizlere öğretildiği ve her sabah ruhumuza çalışma azmi katan, saygıdeğer Reşit Galip’in bizlere söylediği gibi :

“Ülküm: Yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.”

Sanıldığının aksine robotlar 200 yıllık bir geçmişe sahip değil, yaklaşık 2000 yıllık bir mazisi bulunmakta. 1900’lü yılların başlarında, Girit Adası’na yakın bir bölgede, M.Ö. 77-100 tarihlerine ait olduğu düşünülen mekanik bir bilgisayar kalıntısı bulundu. Bilimin ve teknolojik gelişmelerin neredeyse hiç yaşanmadığı Orta Çağ Avrupası’nda bile hareket eden insan benzeri figürler ve otomatla kullanılarak kilisenin kitleler üzerindeki tahakküm gücü artırılmaya çalışılmıştı. Akabinde 1495 yılında Leonardo Da Vinci tarafından ilk insansı robot tasarlandığı da düşünülmektedir. Bu üç örnekten de anlaşıldığı gibi makineler ve robotlar insan yaşamı ile bütünleşmeye yüzlerce yıl önce başlamıştı. İlginçtir ki Homeros’un İlyada’sında dahi insan yapımı hizmetçilerden söz edilmekte. Hatta, Tüm bunlar robotların günümüzdeki şeklini alması için yapılmış ilk hamlelerdi. 20. Yüzyılın ortalarına kadar gelişimini devam ettiren robotlar ve makineler esas atılımını 20. Yüzyılın ortalarından sonra gerçekleştirmeye başladı. Robotların sanayi üretimine entegrasyonu süreci de bu döneme denk gelir. Hizmet sektörü içerisinde yerini alan robotlar; uzay, tıp, havacılık ve eğlence sektörü içinde de aktif hale gelmeye başladı. Robot kelimesi ile tanışmamız ise 1920 yılına denk gelir. Isaac Asimov 1942 yılında “Robotik” kavramını literatüre kazandırdı ve üç maddelik bir robot yasası geliştirdi. Bu yasada, robotların insanları yaralayamayacağından ve zarar görmesine kayıtsız kalamayacağından, insanların emirlerine uymak zorunda olduğundan ve ilk iki madde ile çelişmediği takdirde kendi varlığını koruması gerektiğinden söz edilir.

Tarih 1964’ü gösterdiğinde ise Yapay Zekâ araştırmaları başlamıştı. Araştırmaların öncüleri ise MIT ve Standford Üniversiteleri’ydi. 1976 yılına gelindiğinde uzay çalışmaları sırasında robot kollar kullanıldı. 1999 yılında ev hayvanı olarak dizayn edilen oyuncak Aibo piyasada yerini aldı. 2000 yılında ilk insansı robot Asimo üretilerek tüm dikkatleri üzerine çekti. 2000’li yılların devamında ise özellikle NASA’nın yürüttüğü Mars araştırmaları ve çalışmalarında ağırlıklı olarak robotlar kullanıldı. 2015 yılına gelindiğinde, Sayanora filminde, Leona karakterini “Geminoid F” adlı bir robot canlandırmıştı, bu durum robotların insanların yerini alabileceği ihtimalinin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Sofia isimli humanoid bir robot 2016’da geliştirildi ve tüm dünyaya tanıtıldı. Sofia, Humanoid Yapay Zekâ çalışmalarında bir dönem noktası oldu. Yine 2016 yılında geliştirilen AlphaGo adlı robot, 2017 yılında AlphaGo Zero adı ile güncellendi ve şu anda ilaç sektöründe devrim yaratabilecek bir bulgu üzerinde çalışıyor.

Teknoloji devleri tarafından bilinen ve kullanılmaya başlanan “Al”, Google ve Facebook’un da radarına girdi. Google, ilk olarak kişilik özellikleri olan robot patenti aldı. Google, bu çalışmalarında robotlara kişilik özellikleri yüklemeyi planlıyor. Peki, robotlar hangi sektörlerde insanların yerini almaya hazırlanıyor?

Oxford Üniversitesi’nin yaptığı araştırmalara göre 2027 yılına kadar tır şoförleri işinden olacak, 2053 yılına kadar ise ameliyatlara robotlar girmeye başlayacak. Araştırmanın en can alıcı noktası ise öngörülene göre 45 yıl içinde insanların yaptığı neredeyse tüm işleri robotların yapacağı düşüncesidir. Oxford Üniversitesi araştırmacılarının bir kısmına göre ise yaklaşık 100 yıl içinde Al ve robotların insanların yaptığı tüm işleri yapabileceği düşünülüyor. Oxford Üniversitesi İnsanlığın Geleceği Enstitüsü ve Cambridge Üniversitesi Varoluşsal Risk Araştırma Merkezi ortak çalışmasına göre, denetimsiz ve kontrolsüz geliştirilen Yapay Zekâ, robot ve Nano teknoloji çalışmalarının etkilerini uzun bir süre boyunca öngöremeyeceğiz.

Önümüzdeki 30 yıl içerisinde taksi şoförlerinin, fabrika çalışanlarının, gazetecilerin, doktorların ve garsonların Yapay Zekâ yüzünden işsiz kalacağı düşünülüyor ve hatta şoförsüz taksiler İngiltere sokaklarına hazırlanmaya başladı bile. Üretilecek bu şoförsüz taksiler için de otoyolları yenileme çalışmaları başladı. Çin’in Dongguan fabrika bölgesinde robot işgücü çalışmaları başladı. Bölgedeki 505 fabrika robotlara yaklaşık 2 milyar lira yatırım yaptı ve 30.000 çalışan yerine robot kullanmayı tercih ettiğini söyledi. İnsan gücü yerine robot işgücünden yararlanmanın kâr marjını artıracağını ve hata payı düşük seri üretime katkıda bulunacağını düşünüyorlar. Gazetecilerin iş kaybına bakacak olursak Narrative Science ‘a göre gelecek 15 yılda haberlerin %90’ı makineler tarafından yazılacak. Bu durumu haber sahası genişleyecek gibi ifadeler ile olumlamaya çalışsalar da gazetecilerin %90’ının işsiz kalacağı aşikardır. Garsonların önümüzdeki 20 yıl içinde ne yapacağını tahmin edecek olursak çoğunun işsiz kalacağını söyleyebiliriz. Lüks bir gemi, Massachusetts Institute of Technology’den robot satın aldı ve robot şeklindeki bu kol insanlar için kokteyl karıştırarak hizmet veriyor. 2019 yılında Wintage Finchley kulübünün bir ilke imza atıp yardımcı antrenör için bir robotu takımına dahil etmişti. Peki, bu ilkten yola çıkarsak ilerleyen dönemlerde spor salonu antrenörleri yerine robot antrenör görme ihtimalimiz nedir? Spor salonlarında karşılaşılabilen kriz anlarını robotlar antrenör yerine yönetebilecek mi?

Robotlar insanlara nazaran daha az hata yapma payına sahip olabilirler. Ancak konu kriz yönetimine geldiğinde bir insan gibi çözüm üretemezler. İnsanlar tarafından kodlanan ve yazılımları üretilen bu yapay zekâ ürünleri, kodları dışında, karşılaşabilecekleri binlerce olumsuz duruma karşı bir çözüm üretemeyebilirler. Kriz anlarını ve öngörülemeyen olumsuz durumları idare edemezler, bir insan gibi iletişime geçemezler. İrade gücü bulunmayan bu beşerî unsurların insanlığa katkıları yalnızca kodları dahilindeki olan insani işlerin hızlı ve hatasız yapılması kısmında kalacaktır. Bu durumda zaten yapay zekâsı zaten insan tarafından üretilmiş olan robotlar doğal insan zekasının ve çözümlerinin önüne geçemez. Robotlar işini her ne kadar kusursuza yakın yapıyor olsa da iletişim ve aktarım noktasında bir insan gibi reaksiyon gösteremez. Konuşacak birine ihtiyacınız olduğunda bir robottan yardım isteyemezsiniz. Beth Revis’in de dediği gibi:

“Bir robot; yaşayabilirdi, hatta belki düşünebilirdi de ama hissedemezdi.”

Covid-19 pandemi sürecinde dünyadaki tüm insanlar daha önce hiç yaşamadıkları bir döneme adapte olmaya çalıştılar. İnsanlar, kendi kişisel alışkanlıklarının yanı sıra ortak olan alışkanlıklarını da bir kenara bırakmak ve yaşam şekillerini değiştirmek zorunda kaldılar. Mecburi olarak, gerekmedikçe evde kalmayı toplu alanlarda bulunmaya tercih etmek durumunda kaldılar. Tercih etmek durumunda kaldılar diyoruz, çünkü bu durum insanlara sunulmuş bir opsiyon değil zorunluluk haliydi. Özellikle kapalı mekanların insanlar için virüs bulaş riskini artırdığı bilinmektedir. Kapalı mekanlarda bulunan klima ve havalandırma sistemleri virüs damlacıklarının içeride hızlı bir şekilde yayılmasına neden olabilmektedir.

Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere hükümetler ve yetkililer, pandemi süreci boyunca birçok sağlık önlemi alınması gerektiğini belirtti. Bu önlemlerin içinde virüs bulaş riskini en aza indirgemenin yöntemlerini kamuoyu ile paylaştılar. Alınması gereken önlemler dahilinde ise; maske takmak, sosyal mesafeyi korumak, teması en aza indirgemek, el yıkama ve dezenfektan kullanımının önemi, dengeli ve sağlıklı beslenme ve son olarak mümkün olduğunca açık alanlarda egzersiz yapmanın önemi vurgulandı. İnsanların fiziksel sağlığına dikkat etmelerinin de oldukça önemli olduğu belirtilirken, psikolojik olarak da kendilerini karamsarlığa sürüklememeleri gerektiği de öneriler arasında yerini aldı. Pandemi, yalnızca bedensel sağlık problemlerine yol açmakla kalmaz, ayrıca anksiyete, panik ve endişe gibi ruh sağlığı sorunlarına da sebep olabilmektedir. Dünya gündemine bomba gibi düşen Covid-19 pandemisi yukarıda bahsettiğimiz gibi ruh sağlığımızda da bazı yıkımlara yol açmıştır. Pandemi dönemi insanlarda, mesleği ve statüsü her ne olursa olsun, anksiyetenin yanı sıra depresyon ve stres düzeyinde artış gibi sorunları da beraberinde getirmiştir.

İnsanlarda oluşan bahsettiğimiz bu kaygı bozuklukları ve depresyon, yalnızca pandeminin yayılma hızına bağlı olarak değil, birçok insanın işsiz kalması ile de ortaya çıkmış ya da artmıştır. Devam etmesi gerekli olan iş kollarında çalışma şekillerine yeni kurallar getirilmiş fakat bazı sektörler bu dönemde tamamen kapatılmışlardır. Alınan önlemler gereğince faaliyetine ara vermek zorunda kalan sektörler içerisinde eğlence sektörü, hizmet sektörü, eğitim sektörü, halı saha, müzikli mekanlar, restoran ve kafeler, sinema salonları ve spor salonları yer aldı. Kapanan bu sektörlerde çalışan insanlar oldukça zor bir ekonomik dönemden geçiyor. Yaşadıkları bu ekonomik sorunlar nedeni ile kaygı ve endişeye kapılmaktadırlar. Yaşanan gelir kayıpları sebebi ile de ruhsal bunalım yaşayabiliyorlar.

Ne yazık ki, hem fiziksel hem de ruhsal sağlık açısından insanlara destek sağlayan spor ise pandemi sürecinden olumsuz etkilenen sektörlerden biri olmuştur. Ülkemizde pandemi sürecinin başlaması ile kapatılan ve daha sonra yeni normalleşme döneminde kısıtlamalar ile faaliyetine devam edebilen spor salonları için son zamanlarda yeniden kapatılmanın söz konusu olduğu konuşuluyor. Kapatılmalarının yeniden gündemde olduğu spor salonları, bu zorlu süreçte %70-80 oranında boş kalmalarından dolayı zaten iflas etmenin eşiğine gelmişlerdi. Salon üyeleri sporlarına olabildiği kadar açık alanlarda ya da evlerinde devam edebilirlerken, spor salonlarında çalışan antrenörler ise ekonomik açıdan ne yapacaklarını düşünüyorlar. Pandemi sürecinin ne zaman sona ereceği de belirsizliğini korurken işine devam edemeyen spor antrenörleri ve hocaları gibi işine ara vermek zorunda kalan kişiler içinse, bu dönemde ruhsal olarak kendilerini geleceklerine motive etmeleri gerekiyor. Bu süreci karamsarlığa kapılmadan, kendilerine ve işlerine yatırım yaparak geçirenler süreç bitiminde yarının insanı olma yolunda bir adım atmış olacaklar.

Pandemi döneminin ne zaman biteceği ne yazık ki belirsizliğini korumakta. Ancak bu zorlu günlerin elbet bir son bulacağı da bilinmektedir. Hayat bu, yarının ne getireceği bilinmez. İnsan olarak her zaman olumsuz durum ve zorlu süreçler ile karşılaşabiliriz. Fakat önemli olan bunların üstesinden gelebilmek ve yarına umut ile sarılabilmektir.

Ünlü şairimiz Nazım Hikmet Ran’ın da dediği gibi:

Çocuklar inanın inanın çocuklar

Güzel günler göreceğiz güneşli günler

Motorları maviliklere süreceğiz

Güzel günler göreceğiz güneşli günler”

Dünya üzerinde binlerce çeşit insan bulunuyor. Bu insan çeşitlerinin hepsi dünyaya renk katıyor diyebiliriz. İnsan çeşitlerinden birisi de işitme engelli insanlar. İşitme engelli insanlar dünya nüfusunun en büyük azınlığını oluşturuyor.

OECD-AB VE Türkiye Verileri

OECD-AB VE Türkiye verilerine göre dünya üzerinde 1 milyar engelli bulunuyor. Bu sayı dünya nüfusunun yaklaşık olarak yüzde on beşine denk geliyor. İşitme engellileri sayısı Türkiye’de (Ulusal engelli veri tabanına göre) ise 1.559.222. Bu sayının da 72.000’ini işitme engelli vatandaşlarımız oluşturuyor. İşitme engelli vatandaşlarımızın %27 ’sini 0-21 yaş, %36 ’sı 22-49 yaş, %37 ’si ise 50-64 yaş arası.

Kitlenin bu denli geniş olduğu durumlarda, verilen hizmetlerin, büyük kitlelere de hitap etmesi gerekmektedir. Bunu spor salonlarında verilen hizmetler olarak düşünürsek bu konuda atılacak birçok adım olduğunu görebiliriz. Atılacak bu adımlar hem işitme engelli insanlar için, hem de spor merkezi sahipleri için çift taraflı pozitif etki yaratacaktır.

İşitme Engelli Kişilerin Tarafından Etkileri

Pozitif etkilere, işitme engelli vatandaşlarımız tarafından bakacak olursak: engelli kişi salonda herkes gibi spor aktivitesini yerine getirebildiğinde engelinden uzaklaşacaktır. Bu durum psikolojik manada engelli bireyi pozitif etkileyecektir. Bireyin özgüvenini sağlamlaştırmasına fayda sağlayacaktır. İşitme engelli bireylerin, spor salonlarında engelleri yüzünden geri kalacakları bir durum ortaya çıkmayacaktır. Bu sebeple bireylerin salonlara gelmemesi için de herhangi bir sebep yoktur.

Spor Merkezleri Tarafından Etkileri

İşitme engelli insanların spor merkezlerine çekilmesinde en büyük faydalardan birini de spor merkezleri maddi açıdan sağlayacaktır. Bahsettiğimiz işitme engelli insanlar, verilen oranlara da bakıldığında nüfusun yoğun olduğu bir kitle. Salonlara işitme engelli bireylerin çekilmesi, aslında büyük bir grubun salonlara gelmesini sağlayacaktır. Fakat bunun kendiliğinden olmasını beklemek saçma olacaktır. Bunun için teşvik edici çalışmalar ve kampanyalar yapılabilir.

Teşvik edici çalışmalara ve kampanyalara örnek olarak, işitme engelli vatandaşlara yapılacak olan salon ücretlerinde ki indirim örnek verilebilir. Salona gelecek işitme engelli müşterilere ek indirimler yapmak onları salona çekecektir. Bu indirim salon için kayıp olarak görülmemelidir. Salona gelen her işitme engelli müşteri, bir sonraki işitme engelli müşteri için referans olacaktır. Bu referans zincirinin kopmaması için bireyleri teşvik edici antrenmanlar ve çalışmalar yapılmalıdır.

İşaret Dilinin Bilinmesi

İşitme engelli insanlar ın spor salonlarına çekilmesi için spor merkezleri salonlarında görevli antrenörlerini işaret dili eğitimi almış kişilerden seçebilirler. Spor salonunda işaret dili eğitimi almış antrenörün ya da eğitmenin bulunması, işitme engelli bireyin daha çok motive olmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda birey spor kariyerinde rol model alacağı kişiyi de bulmuş olur. Bu sayede salona bağlılıkları artacaktır. Herhangi bir salonda çalışmaktansa işaret dili bilen antrenörün bulunduğu salonu tercih etmek isteyeceklerdir.

İşaret dili sadece spor merkezlerinde bulunan antrenörler tarafından değil tüm bireyler tarafından bilinmelidir. İşaret dili, aynı zamanda geniş iş dünyasında beceri olarak sayılabilecek farklı bir eğitimdir. Kariyeriniz içerisinde daha farklı konumlarda olmanızı sağlayabilir. Kişi öğrendiği bu dil ile birlikte kendisine ve bir kişi bile olsa işitme engelli o kişiye değer katmak için gereklidir.

 

İşitme engelli insanlar ın spor merkezlerine çekilmesinde ki tek kazanç maddi kazanç değildir. Maddi kazancın yanında spor merkezleri de manevi kazanç sağlar. Salonun halkın tüm kitlelerine hitap etmesi, engelli dostu bir spor merkezi olduğunun bilinmesi insanların salona karşı oluşan düşüncelerine manevi katkılar sağlayacaktır. Bireyler spor merkezine karşı pozitif duygular besleyecektir. Bu manevi kazanç durumu aynı zamanda salonun maddi olarak da kazanç sağlamasına fayda sağlamış olacaktır. İnsanlar kendilerini manevi olarak iyi hissettikleri yerlerde bulunmak isterler.

Spor merkezlerinin, belirli fiziksel özelliklere sahip insanlara hizmet etmesi ve belirli özelliklere sahip olmayan insanlara hizmet vermemesi durumu söz konusu değildir. Bu nedenle salonlar içerisinde işitme engellilere karşı da negatif ayrımcılık yapılmamalıdır. Bireyler çeşitli yollarla spor merkezlerine teşvik edilmelidir. Ve işitme engelli insanlar ın spor merkezlerine çekilmesi için çaba sarf edilmelidir.

 

Pandemi sürecinde, birçok sektör işleyişine ara vermek ya da farklılıklar yaparak devam etmek zorunda kaldı. Bu zorunluluklar sektörlerin geleceği açısından da büyük değişikliklere sebep oldular. Bu sektörlerden birisi de fitness sektörü. Pandemi sürecinin ardından fitness sektörünün geleceği ise bu işle uğraşanlar tarafından merak konusu olmuş durumda. Gelin hep beraber güncellenen dünya düzeninde spor endüstrisinin geleceği ne durumda olacak inceleyelim.

Pandemi Süreci Alışkanlıkları Bir Süre Devam Edebilir

Pandemi sürecinde, özellikle karantinada olduğumuz uzun süre boyunca spor salonları kapatıldı. Sürekli spor yapan bireyler bu durumda daha çok dijitale yöneldi denilebilir. Bu durumda kast edilen dijital, bireylerin kullandığı aplikasyonlar yani mobil uygulamalar, YouTube üzerinde fitness eğitimi veren kanallardır. Bireyler salonlara gidemediği için çoğunlukla bu yöntemleri kullandı. Bu yöntemler salonlardan daha ucuza mal olduğu için spor yapan bireylerin gelecek hayatında da yani fitness sektörünün geleceği içerisinde de, bir parçaları olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Bununla bağlantılı olarak, internete düşen spor aplikasyonlarının sayısı da günden güne artıyor. Aynı zamanda Youtube üzerinden yayınlanan videolarda da sağlıklı yaşam ve fitness üzerine videoların da arttığını söylemek mümkün. Tam anlamıyla arz talep dünyası burada da karşımıza çıkmış gözüküyor.

Spor Salonları Kişiselleştirmeye Açık Olmalı

Bu salgın hastalığın uzun süre boyunca dünyadan yok olmayacağını artık herkes kabullenmiş vaziyette ve bu virüsle yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Bu düzen içinde, spor endüstrisinde de değişiklikler yapılması gerekiyor. Bu değişiklikler arasında bir numarada kişiselleştirmeler yer alıyor. Spor salonları bu sürecin ardından, müşterilerine eskisi gibi toplu olarak hizmet veremeyecek. Bu durumda seyreltilmiş müşteri kapasitesiyle, hizmet verilmek zorunda kalınacak.

Yeni Kurallar Doğrultusunda Sorunlar ve Fırsatlar

Artık yeni kurallar var ve bu kurallar karşısında mali yükler artacak gibi gözüküyor. Özellikle pandemi öncesinde, satış konusunda deneyimsiz olan salonlar ve antrenörler bu süreç içinde büyük problemlerle karşı karşıya kalabilir. Fakat satış konusunda eğitim almış olan antrenörler bu süreci yıpranmadan atlatabilir. Çünkü dijitalleşme artmış olsa bile salonlara gelmeyi özleyen ve salon sporu yapmayı alışkanlık haline getirmiş büyük bir kesim var.

Sektöre karşı büyük önyargılar artmış durumda. Önyargılar arasında en büyüğü ise salonların temizlik ve hijyeninin eksik olabileceği. Spor salonunuzda bu yönden tüm önlemler alınmalı. Fakat bu yeterli olmayacaktır. Müşterilerinize vermiş olduğunuz bu hizmetin pazarlamasını yani geniş kitlelere tanıtımını gerçekleştirmeniz gerekmektedir.

Gelecekte Fitness

Deloitte’un Avrupa raporuna göre fitness sektörü 27,3 milyar avro hacme sahip. Bu geniş hacim pandemi sürecinin ardından farklı bir yöne evirilme eğiliminde. Birçok sektör gibi fitness sektöründe de dijitalleşme yaşanacak. Bu duruma ayak uydurmak isteyen antrenörler ve salon sahipleri müşterilerini kaybetmemek için onlara dijital hizmet sağlamalılar. Bu gerekse mobil uygulamalar ile gerekse farklı yollar ile gerçekleşebilir.

Çevrimdışı ve çevrimiçi mobil uygulamalar pandemi sürecinde birçok kişinin yöneldiği yöntemlerden bir tanesi. Kullanıcılar bu uygulamalar sayesinde dijital antrenörlere bile sahip olabiliyor. Fakat dijital antrenörler, belirli algoritmalarla yazılmış oldukları için ve kişilere özel hizmet veremeyeceği için bireyler bir noktada yine beşeri hizmet peşine düşüyor. Bu noktada antrenörler çevrimiçi hizmet fırsatını müşterilerine sunarak kişiye özel hizmet koşullarını müşterilerine sunabilirler.

Çevrim içi ve çevrimdışı uygulamaların yanında, pandemi sürecinden sonra en çok kullanılacak yöntemlerden biri ise yine dijital antrenörler ile fitness. Antrenörler hazırladıkları videolar ile müşterilerine hizmet sunabilecek. Eğer sizlerde bu hizmet sektörü içerisinde yer alıyorsanız, bir an önce bu dünyaya giriş yapmanızı tavsiye ederiz. Sizlerde fitness sektörü geleceği içerisinde kendinizi görmek istiyorsanız bu güncellemeleri yapmalısınız. Zira dünya üzerinde dijitalleşme hız kesmeden devam edecek ve dijitalleşme fitness sektörünü de içine alacakmış gibi gözüküyor.

Türkiye’de spor yapanların eğitimlerinde geriye kalacakları yanılgısı yaşanmaktadır. Bu büyük bir yanılgıdır. Spor,eğitimi destekler çünkü çocuklar spor yaparlarken fark etmeden ; Zaman kullanımı, takım olma, kazanma-kaybetme,özgüven kazanımı gibi bir çok şey öğrenirler. Aileler sporun destekçisi olmalı…