fbpx

Bir girişimcinin işinde başarılı olması ve büyümesi için en önemli olan şey yalnızca ürünü ve kalitesi midir? Sizce de bir girişimcinin başarısını devam ettirebilmesi ve büyütebilmesi için fiyatlandırmasının da doğru olması gerekmez mi? Kendisini tanıtmak için maliyetine çok yakın bir rakam belirleyerek düşük ücretlerle satış yapmak ya da oldukça yüksek bir fiyat vererek fazla kar etmeye çalışmak… Hangisi doğru olan ya da hangisi yanlış? Satış stratejileri içinde iki seçenek de yanlıştır. Fiyatlandırmanın doğru bir şekilde yapılmadığı hiçbir girişim ayakta kalmayı başaramaz. Doğru fiyatlandırmayı yapabilmek bir sanattır, bunu unutmayalım.

Peki Ya Doğru Fiyatlandırma Nasıl Yapılır?

Öncelikle doğru fiyatlandırmanın yapılabilmesi için ürününüzü, hitap ettiğiniz kitleyi ve o kitlenin hangi alanlara ne şekilde harcama yaptığını iyi tanımalısınız. Yalnızca bunları değil aynı zamanda rekabet edeceğiniz sektör içindeki rakiplerinizin fiyatlandırma politikasına da hakim olmalısınız. Daha sonra ise doğru fiyatlandırmayı bulmalısınız.

Burada da önemli olan satış ekibinizin doğru bir pazar araştırması yaparak stratejinizi bulabilecek yeterlilikte olmasıdır. Strateji doğru olduğu sürece milyonluk bir ürünü satmak da oldukça ucuz bir ürünü satmak da aynı kolaylıkta olacaktır.

Ne Fazlasıyla Pahalı Ne Ederinden Ucuz!

 Ürün pazarınızda çok fazla rakibinizin olması sizi maliyete çok yakın bir rakam ile satış yapma yoluna götürmemeli. Halk dilinde “sürümden kazanmak” olarak da bilinen bu yöntem ile işiniz başlamadan sonuna gelecektir. Zira piyasa fiyatı altında bir fiyat belirlemek ve bu şekilde satış yapmak hem sizi uzun vadede ileri taşımaz hem de müşterilerinizin kalitenin yüksek olmadığı şeklinde düşünmesine sebep olur. Bu yolun aksine ürününüze piyasa değerinin üzerinde bir fiyat belirlemek ise bir süre sonra satışlarınızın azalmasına ve hatta bir süre sonra durmasına sebep olacaktır. Ürününe piyasa değerinden daha fazla bir fiyat biçenler genellikle ürünün üretim maliyetini, personel giderlerini ve bunlar dışında kalan giderlerini düşünür. Fakat burada unutulan en önemli şey müşterilerin aynı ürün için satın alma yapmadan tüm piyasayı araştırıyor olmasıdır. Bu nedenle gereğinden fazla bir fiyat belirlemek de girişiminizin bir süre sonra sonunu getirecektir.

Bir ürünün uygun fiyatlı ya da yüksek fiyatlı olması onun kalitesini belirler mi? Genellikle fiyatı düşük olan ürünlere karşı toplum olarak piyasaya nazaran ucuz o zaman ürün kaliteli değildir diye bir bakışımız var. Aynı şeyi fiyatı yüksek ürünlere de biçiyoruz. Fiyatı oldukça yüksek demek ki ürün çok kaliteli diye düşünüyoruz. Sizce doğru mu bu yaklaşım? Pazarlama içinde bu yaklaşım kesinlikle doğru değildir. Bir ürünün fiyatı kalitesini asla belirlemez. Bir ürünün fiyatını ise doğru strateji, piyasaya giriş yapma aşaması ya da markalaşma belirliyor. Kalite her zaman girişimcinin elinde olan bir noktadır. Aynı kalitede olan bir ürün hem çok yüksek fiyatlı hem de ortalama bir ücrette olabiliyor. Doğru ücretlendirmenin ne şekilde yapıldığını ve fiyatın kaliteyi belirlemediğini konuşmuşken zam miktarının ve süresinin ne şekilde ilerlemesi gerektiğini araştırmayı size bırakıyorum ????

Fiyatlandırmanızı doğru bir şekilde belirlemeniz ve işinizde doğru pazarlama stratejisi ile ilerlemeniz sayesinde hitap ettiğiniz kitleyi kaybetmez aksine giderek büyütürsünüz. Bu sayede marka olur ve kendinizi geliştirirsiniz. Unutmayın fiyatlandırma bir sanattır.

Rekabet her zaman olumsuz mudur? Sorumuzun cevabı, hayır. Rekabet bazen de kişiyi ve rakibini gelişim sürecine götürür. Öncelikle rekabet kelimesinin anlamına bakalım. Rekabet, Arapça “raqabat” kelimesinden gelir ayrıca denetlemek, kontrol etmek ve gözlemlemek anlamında kullanılır. Bizim dilimizdeki kullanımı ise karşısındaki kişiyi gözlemlemek ve onun yaptıklarına bakarak aynılarını ya da benzerlerini yapmak şeklindedir. Rekabet denilince akıllarda genellikle hırslı, kazanmayı seven ve bunun için çok fazla şey yapan kişiler geliyor. Akıllara gelenler bu tür şeyler olunca rekabet etmenin de olumsuz olduğu düşünülüyor. Hatta yerleşik toplumumuzda genelde rekabet eden kişiler sevilmiyor ve kıskançlıkla itham ediliyor. Fakat genel düşüncenin aksine rekabet etmek çoğu zaman hem kişiyi hem de karşısındaki rakibini geliştiren bir olgudur.

Peki rekabet ne zaman başlar?

Rekabet etmenin genelde iş dünyasında yaşandığı düşünülür. Aslına bakılacak olursa rekabet etme duygusu hemen hemen hepimizde vardır ve çocukluk çağımızdan itibaren başlamaktadır. Bazen sınıfın en başarılı öğrencisi olmak için arkadaşlarımızla rekabet ederiz bazen de komşunun çocuğu örneğini duymamak için. Aslında küçük cümlelerle ruhumuza işlenir rekabet duygusu. Önemli olan rekabet duygusunu olumsuz bir şekilde kullanmamaktır. Nasıl kullanılmalı kısmına bakacak olursak eğer; yalnızca kendimizi geliştirmek ve kendimizi bir adım daha öne taşıyabilmek için çalışarak rekabet etmeliyiz diye düşünüyorum. Rekabet ederken kendimiz çalışarak başarmadan bir başkasının veya rakibimizin hakkını yiyerek ya da onun bir şeyi başarmasına engel olarak hareket etmemeliyiz. Zaten bu şekilde rekabet eden kişiler mutlaka bir yerde tıkanır ve başarısını katlayamaz. Haksız rekabet olarak da adlandırılan bu olumsuz yöndeki rekabetin aksine olumlu bir şekilde hareket edildiğinde rekabet; kişiyi de rakibini de geliştirir.

Rekabet gelişimdir!

 Rekabeti hırs yaparak kendine ve etrafına zarar verme dışında kullanmak bizim daha iyi olma yolumuzu açar. Bunu biraz daha basit bir şekilde düşünebiliriz. Kendimize bir rakip edindiysek, neredeyse tüm insanların bir rakibi vardır, rakibimiz bizi bir seviye ileri taşır. O an içinde bulunduğumuz durumdan daha fazlasını ve daha iyisini yaparak bir adım öne geçme isteğimiz perçinlenir. Rakip edindiğimiz zaman perçinlenen bu isteğimiz için daha fazla çalışmaya başlarız. Unutmamalıyız ki çalışmak eninde sonunda bizi ileri taşır ve gelişmemizi sağlar. Mesela spor sektörü içindeki bir salon düşünelim. Aynı yerde iki tane spor salonu hayal edelim ve bunların aynı anda nasıl ayakta kalabildiklerine bakalım. İki salonda kendisine üye çekmek için mutlaka farklı bir şeyler yapma ama bunu yaparken de diğerinin yaptıklarından geri kalmama amacı güder. Bu durumda iki salonda da mutlaka getirilen yenilikler görülür. Aranan kriterleri sağlayan bu iki salon kendisi için üye bulur. Böylece hem kazanmaya devam eder hem de geride kalmamak için birbirini takip ederek gelişimlerine katkı sağlar. Rakip olmaları ve rekabet etmeleri bu şekilde her ikisi için de olumlu yönde bir akış sağlar. Unutmayalım rekabet rakibini de geliştirir. Üstelik bu olumlu yöndeki rekabet yalnızca rakipleri geliştirmekle kalmaz tüm sektörün işinde uzmanlaşmasına da fayda sağlar. Ünlü yatırımcı John Templeton’un dediği gibi;

“Rekabet her sektörde artmaktadır ve bu iyi bir şeydir. Artık hepimiz işlerimizi daha iyi yapıyoruz”.

Nerde o eski zamanlar, o eski sohbetler dediğinizi duyar gibiyim… Büyüklerimiz bizlere bunu söylediğinde gülerdik. Şimdilerde eskiyi biz de onlar gibi arar olduk. 21. Yüzyıl başına kadar hatta 21. Yüzyılın ilk 10-15 yılı daha mı mutluyduk? Değişen ne oldu? Hayatımıza internet girdi. İnternet tek başına tamamen teknoloji, bilginin hızlı yayılması, kolay iletişimdi aslında. Biz nasıl kullanır olduk? Gerçekleri paylaşmanın hızını artıralım derken sanal gerçeklik içine giderek hapsolduk sanki… İnternete adapte olduktan sonra ise hayatımızı “sosyal medya” kavramı girdi. Adı üzerinde sosyal ve medya. Neden bu adın kullanıldığını düşününce aklıma gelen ilk şey insanlar hem daha kolay sosyal olabilsin hem de birbirleri ile daha kolay iletişim kurabilsin, düşüncelerini daha hızlı paylaşabilsin gibi şeyler geliyor. Belki en başında da bu şekilde kullanıyorduk, bilemiyorum. Ama gün geçtikçe kullanım şeklimiz oldukça farklı bir hal almaya başladı.

İnterneti ve sosyal medyayı belli bir kesim hala kendi çevresi ile paylaşımlarda bulunabilmek, hızlı bir şekilde iletişim kurabilmek hatta işi ile ilgili kendi reklamını kolay bir şekilde yapabilmek için kullanıyor. Bir kesim yeteneklerini diğer insanlarla paylaşıyor üstelik artık her şey o kadar kolay ki yalnızca kendi çevresindeki insanlara değil tüm dünyaya hitap edilebiliyor. Kimi çektiği fotoğrafları paylaşıyor kimi yaptığı müziği kimi dansını kimi oyununu kimi de sporunu… Bir kesim eğitim bile veriyor sosyal medya üzerinden. Tüm bu kullanım şekilleri ve amaçları gayet güzel ve anlamlı fakat bir de başka şekillerde kullananlar var. Herkesin kendi tercihi tabi ki ama bunlara uzun vadede bakarsak sizce de ileride insanlar arasındaki iletişim oldukça çok zedelenmiş olmayacak mı?

Çok değil 2010 yılına kadar internetin oldukça yaygın kullanıldığı fakat sosyal medya uygulamalarının o kadar yaygın olmadığı dönemlerde insanların daha sosyal bir hayatları olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Zira insanlar daha çok birbirleriyle vakit geçiriyor, birbirlerine sosyal medya gerekleri (!) çerçevesinde bakmıyor ve davranmıyordu. İlişkiler daha çok karşılıklı sevgi ve iletişim gücüne bağlıydı. Arkadaşlıklar karşılıklı anlaşmayla nasıl kurulduysa, ruhların uyumuyla nasıl ilerlediyse aynı şekilde devam ediyordu. İnsanlar birbirleriyle aktivitelerde bulunuyor, çıkarsız sohbet ediyor, birbirlerinin yardımına koşuyordu. Arkadaşlar birbirleriyle daha sık bir araya geliyor ve bunun için lüks mekan olmasına ihtiyaç duymuyorlardı. Çünkü tek amaç bir arada vakit geçirebilmek ve sohbet edebilmekti. İç mekanın güzelliği ve dekoru önemsenmeden bir yerlerde oturulabiliyor hatta parklarda bile vakit geçirilebiliyordu. Önemli olan rahat hissettikleri bir yerde vakit geçirebilmekti. Daha fazla sinemaya, tiyatroya ya da diğer etkinliklere gidiliyordu. Gidilen yerlerde şu anda olduğu gibi hatıra fotoğrafları çekiliyor ama bunun için ayırılan zaman yalnızca çekildiği an oluyordu. Geri kalan zamanda insanlar birbirleri ile ilgileniyorlardı.

Günümüzde birçok şey değişti. Artık çoğu kişi arkadaşı ile vakit geçirmek için sosyal medya uygulamasında paylaşacağı fotoğrafın güzelliğine göre mekan seçiyor, bir araya geldikleri vaktin çoğunu fotoğraf çekimine, canlı yayınlara ayırıyor. Her ne kadar insanlar kendilerini eski zamanlara nazaran daha sosyal gibi hissetseler de genel bir bakışla yaklaşıldığında yapılan aktiviteler tamamen sosyal medya hesaplarının doldurulmasına yönelik bir biçimde şekilleniyor. Üstelik bu uygulamalarının çıkış amacı global bir şekilde insanların paylaşımlarda bulunup birbirleriyle iletişime geçmelerini kolaylaştırmakken bunu yine bu amaçla daha farklı bir şekilde yapıyorlar. Nedir peki bu farklı şekilde yapma? Örneğin artık insanların sosyalliği takipçi sayısı ile beğeni ve yorum sayısı ile ölçülüyor. Eğer bir kişinin takipçi, beğeni ve yorum sayısı yüksekse o kişinin çevresinin çok geniş olduğu, çok sevildiği, çok sosyal olduğu düşünülüyor. Sosyal medya hesabını bu şekilde kullananlar tanıdığı ve hatta yakın olduğu bir kişi paylaşımlarına beğeni ve yorum yapmazsa o kişiyi hayatından bile çıkarabiliyor. Tabii ki niyetim hiç kimseyi kötülemek değil. Fakat bir gerçek var ki insanlar o kalabalığın içinde kayboluyor, yalnızlaşıyor ve çoğu zaman kendi gerçeğinden uzaklaşıyor. Gerçek arkadaşlık ve aşk ilişkisinden ziyade devamlı mutlu bir hayat rolü yapmaya yönelme başlıyor, hiçbir sıkıntısı yokmuşçasına bir izlenim çizilmeye çalışma başlıyor. Sonunda da kişi yalnızlaşıyor.

Sosyal medya sosyallik midir? Sosyal medya sosyalleştirebilir. Fakat bu doğru kullanım ile olabilir. Hayatımızı paylaşabiliriz, yeteneklerimizi paylaşabiliriz, tanımadığımız insanlarla anılarımızı da paylaşabiliriz. Ama bunun bir sınırı olması gerektiği kanaatindeyim. Sosyal medyaya ayırılan vaktin kısıtlı olması gerektiği ve asıl vaktin kişinin kendisine, ailesine, arkadaşlarına ve ilişkisine ayırması gerektiği kanaatindeyim. Sosyal olmak bir cep telefonundaki, bir bilgisayardaki ve bir tabletteki uygulama ile olmaz. Sosyallik insanların yakınları ile bir arada olması, etkinliklere gitmesi, aktivite yapması ile olur. Sosyal medya yalnızca bunları paylaşabileceğimiz ve paylaştıktan sonra günümüzü devam edeceğimiz bir yer olarak kalmalı. Sosyal medya sosyalleşmek değildir, sosyal medya sosyal hayatımızı paylaşabileceğimiz bir yerdir.

Bir spor salonunda çalışsanız genel olarak yoğun günlerin hafta başı olduğunu bilirsiniz. Müşteriler hafta sonunun günah çıkarması olarak pazartesi, salı ve çarşamba günlerini seçer ve daha çok bu üç günde bilgi almaya gelirler. Gelen kişilerin üyelik başlangıcı yapma ihtimalinin yüksek olmasından dolayı genelde bir satış personeli o gün izinli olmak istemez. Aynı şekilde satış personelinin o günlerde izinli olunması da istenmez. Görüşülen kişi sayısı ve üye olan kişi sayısına bakarsak aslında oran düşüktür. Görmeye çok fazla kişi gelmiştir ama üye olarak dönen kişi azdır. Bunun en önemli sebeplerinden biri kişinin bu konudaki kararlılığından emin olmamasıdır. Spor, kültürümüzde çok yeni bir konu başlığıdır ve birçok kişide spor lüks olarak görülen bir düşüncedir. 

Görüşmeye gelip, spor yapmak konusunda kararlı olan ve hemen başlayacak kişiyi bulabilmek için hafta başlarında çok fazla görüşme yapmanız gerekir. Fakat bu noktada göz ardı edilen bir günden hatta saat diliminden bahsetmek isterim. Hizmet işi ile ilgileniyorsanız izin günleriniz değişken olabilir ama küçük bir tüyo vermek isterim. “Pazar günü izin yapmayın.” Aktif satış yaptığım günlerde pazar günleri çalışmak istediğimi hatta açılış mesaisi olarak gelmek istediğimi söylediğimde arkadaşlarım beni daha çok sever ve bana teşekkür ederlerdi. Ben ise pazar sabahı görüşme yapmak için gelen herkesi üye yapar ve hedefimi tutturma konusunda ciddi bir şekilde yol alırdım. Pazar günü öğleden önce spor salonu ziyareti yapan kişilerin çok büyük bir kısmı sorunun farkında ve harekete geçmek için motive olurdu. Cumartesi gecesi uzun zamandır görmediği dostları ile bir araya gelmiş olabilir ve dostları ona kilo almışsın demiş olabilirdi. Eşi ile ortak bir şeyler yapmaları gerektiğine karar vermiş olabilir ya da alkolü fazla kullandığını fark edip bırakma kararı almış da olabilirdi. Pazar günü öğleden önce ziyarete gelenler diğer günlerde gelenlerden hatta pazar günü öğleden sonra gelenlerden bile daha istekli olur.

Eğer işiniz bir spor salonunda üyelik satışı gerçekleştirmekse milyonlarca liralık üyelik sözleşmesi imzalamış bir kişi olarak size tavsiyem; “Pazar günü satış ofisini siz açın.”

Başarı yakalayabilmek için verdiğimiz emek yalnızca fiziksel olmuyor. Verdiğimiz fiziksel emek kadar hatta bazen daha da fazlasını duygusal olarak da veriyoruz. Verdiğim duygusal emeğin en unutulmazı ise 11 yaşımda annemden ayrılarak Ankara’ya spor için gelişim kampına gitmemdi. Annemden ayrılarak gittiğim bu kampta yaşadığım duygusal yorgunluğumu anlatmaya kelimeler yetmez. Başarılı olmak için genelde vazgeçmemekten bahsedilir. Vazgeçilmeyecek olan çalışmaktan vazgeçmemektir, başarısız olunduğunda emek vermekten vazgeçmemektir, engellerle karşılaşıldığında vazgeçmemektir. Ama tüm bunları yaparken vazgeçilen, vazgeçtiğimiz onlarca şey var. Sosyal hayatımız, kendimize ayırabileceğimiz saatlerimiz, anne-babamız, eşimiz, çocuklarımız.. Onlarla vakit geçirememek, ilgilenememek verdiğimiz en büyük duygusal emek değil de nedir? Özel hayatımızdan vazgeçmek değil de nedir? Başarılı olmak için hepimiz vazgeçmiyor muyuz?
Başarılı olmak isteyenlerin birçoğu neler yapabileceği ile ilgili düşünürken kendilerine daha fazla ne katmaları gerektiğini düşünürler ama kendilerinden neler eksiltmeleri gerektiğine odaklanmazlar. Aile, arkadaşlar ve kendilerine özel zamanlar gibi. Başarılı olmak için o an içinde bulundukları durumda eksiklikler olduğunu düşünürler. Bu şekilde düşündükleri için de planlamalarını bu yönde yaparlar. Bazen daha erken kalkmaları gerektiğini bazen de daha fazla çalışmaları gerektiğini düşünürler. Düzenli bir hayatın ve çalışmanın başarı getireceğinin kaçınılmaz olduğu algısı da vardır. Bu yüzden her yerde başarının sırrı olarak vazgeçmemekten bahsedilir. İşin özüne inilirse bu düşüncelerin hiçbiri yanlış değil ama eksik. Başarılı olmak ne kadar çalışmaktan vazgeçmemeyi gerektiriyorsa hayatımızdaki birçok şeyden de vazgeçmeyi gerektirir. Bazen özel hayatımızdan bazen sosyal hayatımızdan bazen de çalışmak dışındaki vakitlerimizin neredeyse hepsinden vazgeçmemiz gerekir. İstediğimiz başarıyı yakalayabilmek için verdiğimiz fiziksel emeğin yanında her ne kadar bizi yorsa da duygusal emek de vermemiz gerekir. Özellikle biz spor sektörü içinde olan sporcu ve antrenörler için verilen duygusal emek fiziksel emekten çok daha fazladır.
Başarılı olmak ve yakalanan başarıyı korumak ya da daha da artırmak için sağlanan düzenli hayatın bozulmaması gerekir. Belli bir düzene oturtulan çalışma programına devam edilmelidir. Dışarıdan bir göz ile bakıldığı zaman sporcuların hayatının kolay olduğu, günün belli saatlerinde antrenman yaptıkları gerisinde de keyiflerinin istediği gibi yaşadıkları düşünülür. Peki hangimiz için gerçektir bu algı? Biz spor sektörü içinde bulunanlar için gerçeğin bu algı ile yakınlığı yoktur. Biz çok ve devamlı çalışırız. Ulaşmak istediğimiz ya da ulaştığımız yer için pes etmeden çalışmaya devam ederiz. Ama bu süreçte evimizden, ailemizden, çocuklarımızdan hep uzak kalırız. Çoğumuzun çocukluk arkadaşı bile yoktur. Çünkü buna vaktimiz olmamıştır. Çocuğumuzla istediğimiz gibi vakit geçiremeyiz. Bazen ilk kelimesini duyamaz bazen ilk adımını göremeyiz bazen de çocuğumuz için önemli etkinliklere katılamayız. İstemediğimiz ya da önemsemediğimiz için mi? Tabii ki hayır. Çoğu zaman vakit bulamayız. Evimize birçok kişi gibi belirli saatlerde gelemeyiz hatta çoğu zaman evimizde ailemizle düzenli bir şekilde kalamayız. İşte tüm bunlar ve belki daha da fazlası başarılı olmak için vazgeçilenlerdir. Ne kadar vazgeçmemek gerekiyorsa bir o kadar da vazgeçmek gerekir.
Bazen başarı vazgeçmektir!

Ne için spor yapıyoruz? Yalnızca sağlıklı olmak için mi? Birçoğumuzun spor yapmak, spor salonu denildiği zaman aklına gelen ilk şey sağlıklı bir yaşam oluyor. Sağlıklı bir yaşam için anahtar yolların en başında gelen mutlaka düzenli spor yapmaktır. Sporun sağlıklı yaşam kalitemizi artırmadaki etkisi yadsınamaz bir gerçek. Sağlığımıza; kaslarımızın gelişmesi, vücut direncimizin yükselmesi, vücut kütle indeksimizin gerektiği oranda olması, gelecekte geçirilme ihtimali olan hastalıkların risk yüzdesini düşürme gibi birçok etkisi vardır. Fiziksel sağlığın gelişmesi ve güçlendirilmesi için de spor yapmaya karar veririz. Spor her yerde yapılabiliyor da olsa düzenli ve kendimize uygun bir program ile egzersiz yapmanın yolu spor salonlarından geçer. Alanında uzmanlaşmış spor antrenörleri sayesinde vücudumuz için en uygun egzersizleri yine kendimize uygun bir süre ve sıklıkla düzenli bir şekilde yapabiliriz.

Düzenli bir şekilde spor yapmak yalnızca fiziksel sağlığımıza mı etki eder? Tabii ki hayır. Sporun fiziksel sağlığımıza ne kadar etkisi varsa bir o kadar da mental sağlığımıza etkisi vardır. Spor yapmaya başladıktan kısa bir süre sonra kişinin vücudundaki yorgunluk halinin azalması ve dolayısıyla kendini çok daha enerji dolu hissetmesi bir başka etkisidir. Yorgunluk ve enerji durumundaki değişim ise mental sağlığımıza katkıda bulunur. Ayrıca spor yaptıkça vücudumuz daha fazla endorfin salgılamaya başlar. Bu sayede de kişi kendini daha mutlu hissetmeye başlar. Yalnızca endorfin değil hem serotonin hem de dopamin seviyemizde artış sağlar. Böylece kişi mental açıdan daha sakin ve stressiz bir yapıya kavuşur.

Dünya üzerindeki insanların yarıdan fazlası sabah erken uyanmakta güçlük çeker. Birçoğumuz gece, sabah erken kalkacağımıza dair kendimize söz veririz fakat alarm çaldığında bir türlü yataktan çıkamayız. Sabah erken kalkmak günümüzü verimli geçirmemizi ve daha berrak bir zihin ile enerji dolu yaşamamızı sağlar. Düzenli spor sayesinde hem mental hem de fiziki sağlık kalitemiz artacağından uyku kalitemizde de artış sağlanır. Böylece uykuya daha rahat geçebilir ve sabahları çok daha sakin ve berrak bir zihin ile güne başlayabiliriz. Tüm bunlar ise hem günümüze hem de işlerimize daha iyi motive olmamızı ve kendimizi daha güçlü hissetmemizi sağlar. Peki insanlar spor salonlarına yalnızca bu amaçlar için mi gidiyor?

Spor salonu hepimiz için daha düzenli ve kendimize uygun yöntemler ile egzersiz yapmamızı sağlar. Bu nedenle de spor yapmaya karar verdiğimizde spor sektörü içinde uzman antrenörler ile çalışmayı tercih ederiz. Fakat yapılan araştırmalar gösteriyor ki kişilerin spor salonlarına gitmesinin tek sebebi fiziksel ve mental sağlık kalitesini artırmak değil. Fiziksel ve mental sağlık kalitesinin dışında ve kariyer alanında ilerlemek için de spor salonlarına gidilmektedir. Çalışmak istediği yerin üst düzey çalışanlarının gittiği salonları tercih ederek burada onlarla tanışma fırsatı yaratmak isteyenler de vardır. Spor salonlarına gelip gözlem yaparak kendi işi ile ilgili ortaklık kurmak isteyenler olduğu gibi çalışmak istediği şirketten kişiler ile arkadaşlık kurarak kariyerinde yükselmek isteyenler de oluyor. Ayrıca spor yapmanın kişideki özgüveni artırdığını da düşünürsek sosyal bir ortama dahil olmayı da kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Yapı olarak çekingen ve kolay iletişim kuramayan kişilerin spor salonlarına gelerek bu zincirlerinden kurtuldukları da bilinen bir gerçektir. Ayrıca sosyalleşen kişinin iletişimini giderek güçlendirmesi ile yeni arkadaşlıklar edindiği de yapılan araştırmalar sonucunda görülmüştür. Dolayısıyla spor salonları kişiler için yalnızca fiziksel ve mental sağlık değil iş, kariyer ve sosyalleşme de vaat eder.

 

 

 

Bir şeyin icat edeni olmayı kim istemez ki? Adını tarihe yazdırmak bir yana tüm insanlığa bir miras bırakmanın gururu ve mutluluğu daha iyi nasıl yaşanabilir? Hayatını kaybettikten yüzyıllar hatta binlerce yıl sonra bile anılmak, örnek olmak, rol model alınmak… Aslına bakılırsa hepimiz isteriz bunu ama başarabilenimiz oldukça az. Biraz cesaret, çokça çalışma ve biraz da azimli olmak yeterlidir. Ama birçoğumuzda bunların en önemlisi olan cesaret yoktur, cesareti olan ise kazanır. Zekâmız, çalışma azmimiz ile birleştiği zaman başaramayacağımız hiçbir şey olamaz. Önemli olan aklımızdakini uygulamaya dökebilmektir.

Tüm hayatlara dokunabilecek onlarca fikir var hepimizin aklında. Hayata geçirilse belki de bir ilk olacak ve yaşama büyük katkılar sağlayacak fikirler. Bazılarımız cesareti sayesinde bu fikirlerini büyük ya da küçük demeden hayata geçirir. Peki ilk adımı atan kaybedebilir mi? Şimdiye kadar kaybeden olmamıştır, en fazla çıktığı yolda tökezleyen olmuştur. Ama önemli olan her şeye rağmen devam edebilmektir. Yanımızda destekçilerimiz olsa da olmasa da devam edebilmek… Başarmak için cesaret göstermek ve canımızı dişimize takmak sonunda bize o ilk adımı atan olarak “hatırlanan” olmayı getirecektir. Abraham Lincoln bunun en güzel örneklerinden biri olmuştur. Maddi olarak oldukça kötü durumda olan bir ailede dünyaya gelen Lincoln, henüz 10 yaşında bir çocukken annesini kaybetti. Annesini kaybettikten sonra tarlalarda, bakkallarda çalışarak hayatını idame ettirmeye çalıştı. 21 yaşından 24 yaşına kadar çalıştığı işlerini kaybetti. 25 yaşındayken 3 çocuğunu kaybetti ve psikolojik olarak kötü bir döneme girdi. 34 yaşına geldiğinde ise kongre seçimlerini kaybetmeye başlayan Lincoln, 52 yaşına kadar tam 6 defa seçim kaybetti. Fakat attığı adımdan hiç geri dönmeyerek 52 yaşında Amerika Birleşik Devletleri’ne başkan olmayı başardı. Yaşadığı onca zorlu dönemlere rağmen başkan seçilmeyi başaran Lincoln’ü bugün hala hatırlıyorsak bu yalnızca kazandıktan sonra köleliği kaldırması sayesinde değil, onca zorlu şartlara rağmen yolundan hiç vazgeçmemesi ile de oldu.

İlk adımı atmak, tarihe adını yazdırmak, yıllar da geçse her zaman hatırlanmak yalnızca keşif yaparak, bir şey icat ederek mi mümkündür? 21. Yüzyılda bile hala adını gururla andığımız Fatih Sultan Mehmet bu soruya direkt bir cevap niteliğindedir. Fatih, hem İstanbul’u Fethi ile hem de bu fetih hareketi sırasında icatlar yapması ile yalnızca Türk değil dünya tarihine adını kazımıştır. Yüzlerce yıl hüküm sürmüş Doğu Roma İmparatorluğu’nun çelik gibi kuvvetli surlarını yıkabilmek adına şahin toplarını bizzat kendisi tasarlamış ve İstanbul’un fethinde bir dönüm noktası yaşanmasını sağlamıştır. Ayrıca gemilerin karadan yürütülerek denize ulaştırılması fikri dahiyane bir düşünce değil de nedir? Hem fetih için ilk adımı atması hem de fethi galibiyetle sonuçlandırabilmek için icatlar yapması ve çıktığı yoldan asla geri dönmemesi ile adını tarihe yazdıran Fatih, Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açmayı da başarmıştır. Fatih’in başarısı öyle bir başarıdır ki, yüzyıllarca İstanbul’u fethetmek farklı milletler tarafından denense de başarabilen yalnızca O oldu. Çünkü O, mücadelesinden hiç vazgeçmedi. Dünya Harbi’nin yıkıntılarını üzerinden atmaya çalışan, bir yandan da işgal altındaki topraklarını geri alabilmek adına mücadele etmeye çalışan mağlup bir milletin tek umudu Mustafa Kemal Atatürk idi. Yıkıntılar altındaki bu milleti tekrar ayağa kaldırabilmek ve onlara yeniden umut verebilmek için gerek cephede gerekse mecliste canla başla çalışmış ve bu umutsuz milleti yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır. Savaş sonrasında milletin üzerine çöken o kara bulutları fikirleri ile önce aydınlattı sonrasında attığı ilk adım ile o bulutları dağıttı. Bir ülkeyi yok olmaktan kurtaran Atatürk, bugün hala saygı ile anılıyorsa bu attığı ilk adım sayesinde oldu ve kendisine verilen “Önder” unvanını sonuna kadar hak etti.

İnsanların hayatlarına dokunabilecek fikirleri korkmadan hayata geçirenler de bugün ve yüzyıllar sonra hatırlanan ve hep kazanmış olan kişi olarak kalacak. Bir adım önde olmayı başaranlardan bir tanesi de hizmet sektörü içinde yer alan “Getir” oldu. 2015 yılında kurulan bu uygulama, günümüzde muadilleri çıkarılan ancak ilk olduğu için akıllarda en çok yer edinen Nazım Salur tarafından hizmete sunuldu. İnsanların yoğun günlerinde ya da zaman ayıramadıkları anlarında imdadına koşan bu uygulama hizmet sektöründe bir ilke imza attı.

Peki bunca örnekten sonra bir adım önde olmak, bir ilki başarmak yalnızca keşiflerle, icatlarla, fetihlerle, kurtarıcı olmakla, teknolojiye ve hizmete yeni bir yön vermekle mi mümkündür? Bir iyilik hareketi başlatmak, yardıma ihtiyacı olan insanlara dokunabilmek de bir adım önde olmayı ve her zaman hatırlanmayı sağlar. Mesela son zamanlarda hepimizin öğrendiği oldukça tehlikeli olan SMA hastalığı için bir yardım hareketi başlatmak da hem bu hastalıkla mücadele eden çocuklarımızın hayatlarına dokunur hem de bir farkındalık oluşturur. Buna örnek olarak geçtiğimiz günlerde başlattığım, spor sektörü içindeki sporcularımızın ve spor yapanların koştukları kilometre ile orantılı olarak bağışladığım yardım hem çocuklarımızın hayatlarına dokundu hem de bir farkındalık yarattı. Kendi alanımda başlatmış olduğum bu iyilik hareketi ile de meslektaşlarıma bir ilk ve farkındalık örneği olmanın haklı gururu içerisindeyim. Aynı zamanda biliyorum ki ilki başlattığım bu hareket ile daha fazla çocuğumuzun hayatına dokunmak için meslektaşlarım da devamını getirecektir. Buradan da anlayacağımız gibi bir adım önde olmak, hayatlara dokunmak oldukça kolay. Yalnızca biraz cesaret, biraz azim ve ilk adımı atmaktan geçiyor. İşte insanlık bu değerlerin üzerinde yükselmekte ve bizlere insan olduğumuzu hatırlatmaktadır. Bugün ilk adımı atarak bizlere ihtiyacı olan insanlara koşmak yarınlarda bizi hatırlamalarını ve tabii bizim ihtiyacımız olduğu anlarda onların da bizlere koşmasını sağlar. Hayatımızda karşımıza çıkabilecek tüm engelleri aşabilir ve ilkleri gerçekleştirecek fikirlerimizi hayata geçirebiliriz. Hayatınızda, kariyerinizde ilerlemenin yolu yalnızca verilen sorumlulukları yerine getirmekten geçmez. Bizleri yukarı taşıyan, adımızı tarihe kazıyan her zaman fikirlerimizi düşüncede bırakmadan hayata geçirmemiz ile oluyor. Biliyorum ki hepimiz bir alanda ilk olacak fikirlere sahibiz. Bir adım önde olmak yalnızca atacağımız ilk adımdan geçer…

Kadın ve erkek henüz anne karnında iken bile yaradılış olarak farklılardır. İlk olarak tüm ceninler anne karnında dişi olarak var olur. Babadan alınan genlerin cinsiyeti belirlemesinin yanında, asıl farklılıkları ortaya koyan cinsiyet hormonları olur. Cinsiyet hormonları, kişiliği ve cinsiyeti anne karnında şekillendirir. En başında dişi olan tüm ceninler sonrasında testesteron hormonu var olursa erkeğe dönüşür. Testesteron hormonu ise yalnızca cinsiyet üzerinde etkili olmaz, cenin üzerinde kişilik, beyin ve tüm vücut gelişimi üzerinde etkilidir. Kibir, sinirli hal, riske girme, rekabet etme ve liderlik gibi karakteristik özelliklerin belirleyiciliği anne karnında testesteron hormonunun oluşması ile cenin üzerinde etkili olmaya başlar. Anne karnında şekillenen hem vücut gelişimi hem de kişilik gelişimi yalnızca aile genlerinin aktarımı ile tamamlanmaz. Özellikle kişilik gelişimi ve karakter yapısı her ne kadar genler ile şekilleniyorsa da temel etken ailenin yetiştirme tarzı olur. Ailelerin yetiştirme tarzı ile cinsiyet ayrımı keskin çizgilere oturur. Erkek çocuğa mavi – kız çocuğa pembe, erkek çocuğa – futbol kız çocuğa voleybol, erkek çocuğa oyuncak araba – kız çocuğa oyuncak bebek gibi kalıplaşmış ayrımlar nedeni ile çocuklar yetişkinliğe bu ayrımlara inanarak ve bu ayrımlar dahilinde erişir. Dolayısıyla kadın ve erkek arasındaki fark, yalnızca cinsiyet farkı olmakla kalmaz, bakış açısı, yetenek, ilgi alanı, karar alma süreci gibi birçok konuda olur. Bu tür farklılıkların oluşmasındaki temel etken ise beyin işleyişindeki farktır. Anne karnına dişi olarak düşen ceninler testesteron hormonu ile erkek olduğunda bu hormon ile beyin kendisini yeniler. Erkekler olaylar arası bağlantılarda daha sınırlı, bağlantılara bakışta daha düzken konulara odaklanmada daha iyilerdir. Kadınlar ise çok daha genellerdir. Kadın beyni daha karmaşık, karmaşaya rağmen olaylar arasında ve bakışta daha detaylı bağlantılar kurabilen aynı zamanda da küçük ve karmaşık görülen her şeyi bir bütün haline getirebilen bir yapıdadır. Kadın ve erkek beyni işleyişi arasındaki bu temel farklar, ikisinin de farklı beyin yarı küresini kullanmaları ile birleşince ortaya düşünce şekli farkı da çıkmış oluyor.

Kadın ve erkek arasındaki farklardan bir tanesi de duyusal farklardır. Erkekler bir olaya odaklanma da daha iyi oldukları halde dikkat konusunda kadınlar daha iyidir. Erkekler bir olay esnasında tek duyu kullanabilirlerken kadınlar tüm duyularını kullanabilirler. Hatta Florida Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre bir kadın birden fazla ürün hakkında tüm detayları hatırlarken erkekler yarı yarıya detayları ya fark etmezler ya da unuturlar. Bu nedenle de genel olarak erkekler teknolojik eşyalar üzerinde detaylara odaklanıp sonuç odaklı hareket ederken kadınlar her şey üzerinde detaylara odaklanır ve sonuç elde etmek için birçok süzgeç kullanır. Bu durum kadın ve erkek arasında satın alma üzerinde de farklılıklar yaratır.

Erkekler genel olarak bireysel hareket eder, tüm ilişki modellerinde bir üçgen kurup en yukarıda olmaya yönelirler. Yapı olarak “Ben” üzerinden hareket ederler fakat bu bencil oldukları anlamına gelmez. Kendileri için kullandıkları ve hareket ettikleri “Ben” kavramı daha özgür olma ve daha bağımsız yaşama anlamındadır. Böylelikle karar alma sürecinde kadınlara göre daha fazla risk alırlar. Aldıkları riskin sonunda istediklerini elde edemediklerinde ise daha az şikayet eder ve sebeplerini kendilerine saklarlar. Kadınlar risk alma konusunda erkeklere göre daha dikkatli ve detaycı davranır. Risk alma konusu kadın için de erkek için de yalnızca bir iş girişiminde değil sosyal hayatta bir ürün satın almada da farklıdır. Pazarlama ve satış konusunda da farklı olan iki cinsiyet, hareket aşamasında düşünce şekillerinden dolayı farklı davranırlar. Cinsiyete göre satın alma kararlarındaki farklar tüm sektörlerde farklı satış stratejilerini doğurur. Bir ürün satılacağını hayal ederek farklılık konusuna açıklık getirecek olursak; satıcı olan kişinin hitap ettiği cinsiyeti bilmesi önemlidir. Mesela spor sektörü içinde olan bir antrenör düşünelim. Antrenör özel ders satışı yapacağı zaman hedef kitlesini belirlemesi ve buna göre hareket etmesi gerekir. Satış yapılacak kişi erkek olduğunda dersin içeriğinden ziyade ders sonucunda elde edeceklerinden bahsetmesi genel olarak yeterli gelirken satış yapılacak kişi kadınsa yalnızca sonuçtan değil her dersin işleyişinden ve işleyiştekilerin nelere etkisi olacağından bahsedilmesi gerekir.

Satın alma kararında etkili olanlar da erkekler ve kadınlar arasında farklıdır. Erkekler detaylar ile ilgilenmez, o sırada istediklerine dikkat eder ve sonuca odaklanır. Kadınlar ise istedikleri bir şeyi bile satın alacakları zaman tüm detaylara dikkat eder, sonuca bakar ve kendileri için gerçekten gerekli ya da yararlı olup olmayacağına odaklanır. Bu nedenle de bir erkeğin satın alma ve satma süreci bir kadının satın alma ve satma sürecine göre daha kısadır. En basit örneği ile bir kıyafet satın alınacağını düşünelim. Erkek yalnızca göz gezdirir, bir tane ürünü eline alır ve bunu yalnızca bedenine olup olmayacağına bakmak için dener. Eğer bedenine olursa gerisini düşünmez ve satın alma sürecini sonlandırır. Kadın ise her şeyi tek tek inceler, denemek istediğini seçer fakat buradaki deneme yalnızca bedenine olup olmayacağı değildir. Bedenin olması, yakışması, askıdaki duruşu ile giydiğinde üzerindeki duruşu hatta rahat kombin yapılıp yapılamayacağı gibi birçok detayı düşünerek satın alma kararı verir. Bu nedenle de hizmet sektörü içinde olan bir satıcı ürün hakkında bilgi verirken genellikle karşısındaki alıcının beden diline odaklanır. Bir erkeğin ikna olduğunu görmek çok daha kısa sürerken ve bunu genelde kafasını sallaması ile anlarken bir kadını ikna etmek çok daha uzun sürer. Bir kadının erkek gibi kafasını sallaması ikna olduğuna değil daha fazla detay öğrenmek istediğine işaret eder. Cinsiyete göre düşünme, karar verme gibi tüm farklar hakkında Prof. Dr. Sinan Canan “Erkek beyni beta, kadın beyni son sürüm” diyerek mizahi bir yaklaşım yapmıştır. Erkekler satın alma kararı verirken sonuca bakar fakat kadınlar satın alma kararı verirken tüm olgulara bakar.

Bir kıyafet alırken önemli olan kendimize yakışanı mı seçmek yoksa yakışsın ya da yakışmasın marka mı giymek? Eğer ürün bize yakışmıyorsa ya da yakıştığı halde ekonomik olarak bizi zor duruma sokuyorsa ve biz yine de marka alışverişinde bulunuyorsak, burada “marka” yalnızca bir takıntı haline dönüşmüş oluyor. Peki markanın takıntı haline dönüşmesi ne anlama geliyor? Takıntı, hangi ekonomik bütçeye sahip olursak olalım tercih ettiğimiz ürünlerde taşıdığımız şeyin “isim” olduğu anlamında kullanılıyor. Marka stratejileri, kalitelerinden ödün vermeden, kendi isimlerini pazarlama politikası ile ilerler. Onlar için en önemli adım ilk etapta isimlerini kazımak, kendilerine kitle oluşturmak ve sonrasında üründen ziyade isimlerini satmaktır. Her markanın kendine ait bir çizgisi olduğu kadar son zamanlarda modanın ikizleştirme hareketi ile genel olarak ürün yelpazeleri ve biçimleri aynı şekilde ilerlemeye başladı. Hangi mağazaya gitsek, nerede gezsek birbirine benzeyen insanlar görmeye başladık. Bu durum nasıl ortaya çıktı peki sizce? 60’lar, 70’ler, 80’ler, 90’lar 2000’lerin başında, daha çok insanların kendilerine ait tarzlarını görürdük. Şimdilerde ise etrafımıza baktığımızda yürüyen markalar görmeye başladık. Yakışmış ya da yakışmamış, marka takıntısı olan kişilerde bunun hiçbir önemi yok. Onlar için önemli olan o markadan alışveriş yapmak oluyor. Üstelik bütçelerinin hesabını bile yapmıyorlar. Moda algısının değişime uğramaya başladığı zamanlardan bu yana da bu nedenle büyüğü ya da küçüğü ile kıyafetlerin değil markaların tercih edildiğini görüyoruz. Peki markanın hiç mi önemi yok?

Marka kelimesinin anlamı, bir üretim firmasının kendisine verdiği isim ya da semboldür. Markalar tabii ki piyasa standartlarının üzerinde bir kalite ile üretim yaparlar. Bir ürünün, marka üretimi ile isimsiz üretimi arasında kumaş kalitesi farkı mutlaka var. Yıkadığınızda renk atması, uzun süre kullanamama ve yıpranması gibi sorunları markalarda diğerlerine göre daha uzun sürede yaşamaya başlarız. Bu gerçeği düşünerek marka alışverişi yapmak mantıklı gibi gelir. Ama tüketim çılgınlığı yaşanan son dönemlerde bir kıyafeti zaten ne kadar uzun süre kullanıyoruz ki? Mesela bir çocuğun bir kıyafeti yalnızca birkaç ay giyebildiğini düşünürsek, çocuğumuza marka ürün seçmemizin çok bir önemi var mıdır? Son yıllarda, kıyafetlerimizi devamlı olarak yenileme, dolabımıza yenilerini ekleme gibi bir huy edindik. İhtiyacımızın olmasının ya da olmamasının bir önemi kalmadı. Bu durumun özellikle orta ve alt ekonomik gruplarda daha yaygın olduğu gerçeğini biliyor muydunuz? Evet, alt ve orta ekonomik gruplardaki bireyler günümüzde markaya çok daha fazla önem veriyor. Kendi cebine para kalsın ya da kalmasın elindekini markaya yatırıyor. Bunun sebebi ise sosyal çevre faktörü. İçinde bulundukları sosyal ortamın marka satın alması kişileri de buna yöneltiyor. Bunun altında yatan sebepler ise çok daha önemli. Öncelikle kişiyi ruhu, zekası ve karakteri ile değil kıyafeti ile ölçüp biçen bir toplumumuzun olması. Kişilerin bu bakışa boyun eğmesi ve yaşadıkları özgüvensizlik. Tüm bunların birleşmesi aslında kişilerde psikolojik sorunlar da yaratıyor.

Marka almak tamamen gereksiz mi peki? Elbette değil. Alım gücünün olması marka satın almayı gereksiz kılmıyor. Gerekli ya da gereksiz gibi keskin bir cevabın verilemediği bu durumda, aslında kişinin tercihine göre marka alışverişi yapmasında da hiçbir sakınca yoktur. Bunun dışında kişinin mesleğine göre seçebileceği markalar var. Mesela bir tırmanış sporcusunun özel kıyafetler seçmesi, bir sporcunun uygun ürünleri markalarda bulabilmesi gibi. Bazen konfor ve güvenliğin önde olması gerekir. Bu gibi durumlarda da en konforlu ve en güvenli kıyafetleri markalarda buluruz.

Sonuç olarak, markanın sağladığı kalite yadsınamaz bir gerçektir. Fakat marka alımlarında bütçemize göre hareket etmemiz gerektiği çok daha önemli bir gerçektir. Sosyal çevre, statü ya da özgüven asla üzerimizdeki kıyafetle ve markası ile satın alınamaz. Kişinin var oluşu aklı, ruhu, karakteri ile olur. Bu durumda önemli olan giyeceğimiz şey bir marka değil kendimize yakışan olmalıdır. Eğer imkanımız varsa kendimize yakışanı marka da giyebiliriz, markasız da tercih edebiliriz. Önemli olan üzerimizdeki kıyafetin temizliği ve bize yakışmasıdır. Kıyafetin bir isminin olması bizim insanlığımıza puan kazandırmaz. Çünkü kıyafetlerin marka da olsalar tek başlarına hiçbir anlamı ve önemi yoktur.

Peki mesela spor sektörü içinde verilen özel dersler bir marka olsaydı ne amaçla seçilirdi? Kişiler özel derslerin marka olmasını göz ardı ederek yalnızca kendilerini daha çok geliştirmek ya da sağlıkları için de seçebilirdi. Ama bunun yanında yine sosyal çevre faktöründen, özgüvensizlik gibi durumlardan etkilenerek yalnızca markayı kullanıyor olmak için de özel ders seçimi yapabilirlerdi. Bu durumda her alanda marka seçimimizin temelinde yatan sebepleri sorgulamamız gerekmez mi? İçinde bulunduğumuz ekonomik durumun elvermesi ve o markada kendimize yakışanları bulabildiğimiz için marka seçimi yapmanın hiçbir sakıncası yoktur. Fakat kendimize yakışanı bulamayıp sadece marka olduğu için tercih etmemiz ya da kendimize yakışsa da ekonomik durumumuzun elvermemesine rağmen yalnızca marka ürüne sahip olmak için tercih ediyorsak burada bir sorun yok mudur?

Ünlü Amerikan moda tasarımcısı Marc Jacobs’ın dediği gibi;

“Kıyafetler, biri içinde yaşayana kadar hiçbir şey ifade etmez”.

Dünya üzerinde yaşamış, yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan herkes için ortak olan bir şey var aslında. Kendimizi mutlu hissetmek, başarmış olarak görmek, ruhsal huzurumuzun yerinde olması ve bizi güçlendirmesi. Günümüz dünya şartlarında onca problem varken bireysel olarak nasıl kendimizi huzurlu ve mutlu hissedebiliriz ki diye düşündüğümüz çokça vakit oluyor. Aslına bakılırsa işin özü tam olarak bireysel huzur, mutluluk ve başarıdan geçiyor. İnsanlar tek başlarına kendilerini her anlamda iyi ve güçlü hissettiği zaman dünyada değişmesi gereken her şey için biraz daha motive oluyoruz. Peki bir insanın kendini iyi hissetmesi ne kadar zor?

Hepimizin hayalleri var. Hayal kurmayı sevsek de sevmesek de farkında bile olmadan hepimiz yaşamak istediğimiz hayatın hayalini kurar ve bazen iç huzurumuzu o hayaller ile sağlamaya çalışırız. Hayal kurmak insanın doğasında vardır ve o hayaller ile iç huzuru sağlamaya çalışmak bilincimizin bizi güçlendirmek için oynadığı oyunlardır. Aslında bilincimizin bize vermek istediği mesaj “Eğer bu hayallerin için adım atmaya başlarsan istediğin hayatı yaşaman sandığın kadar zor olmayacak”. İçinde bulunduğumuz hayatın omuzlarımıza yüklediği sorumluluklar, her şeyin üst üste geldiği, özgüvenimizi kaybettiğimiz zamanlarda genellikle kendimizi hayatın kendi akışına teslim ederiz. Umut etmeyi ve kendimiz için çalışmayı bırakırız. İstediği hayata kavuşmuş, sevdiği işi yapan hatta adını duyurmayı başarmış bir kişiye dışarıdan bakıldığında, çoğu kişinin aklından geçen “Benim kadar zor ya da benim kadar yoğun bir hayatı var mıydı? Benim de tüm zamanımı alan bir hayatım olmasaydı ben de kendim için bir şeyler yapabilirdim” oluyor. Fakat yapılan araştırmaların sonucunda elde edilen bilgilere bakıldığında adını bildiğimiz hiç kimsenin kolay bir hayatı olmamış ve kendi hayallerini gerçekleştirmek için de bolca vakitleri yokmuş. Peki, onlarca kişiyi bir kenara bırakarak yalnızca bir kişi için düşünelim ve nasıl yaptığını, ne şekilde ilerlediğini analiz edelim.

Öncelikle hayatta mutlu olmak, huzurlu olmak ya da güçlü olmak dediğimiz zaman aklımıza gelmesi gereken ilk şey kazandığımız para olmamalı. Duygular maddi olgularla yönetilemeyecek kadar hassas, derin ve güçlüdür. Öyleyse bizim için öncelik bu hayatta ne yapmak istediğimizi belirlemek olmalı. Aklımızı ve ruhumuzu ayrı ayrı dinlediğimiz zaman tam olarak ne yapmak istediğimizi anlamak hiç de zor olmayacaktır. Bunu yaparken kendimize koyduğumuz sınırları bir kenara bırakmalıyız. Engeller her zaman yıkılmak içindir ve bu hayatta imkânsız olan hiçbir şey yoktur. Yapmak istediğimiz şeyi belirledikten sonra ise artık geriye kalan kısım çok daha kolay olacak. Yapmamız gerekenlerin en başında kendimize bir hedef belirlemek geliyor. Hedef belirlemek, çoğu zaman hepimizin unuttuğu ve bu yüzden de bir işe girişirken düzenimizin kaçmasına sebep olan en önemli etkendir. Hedefimizi en başından belirlediğimiz zaman ise sırayla neler yapmamız gerektiğinin farkında olur, buna göre hareket eder ve önümüzdeki plan için motive oluruz.

Hedefimize adım adım ilerlerken önümüze engel çıkarsa ya da işin sonuna geldiğimizde başarısız olursak, hayalimizden vaz mı geçmeliyiz? Bu sorunun cevabını yaptığı işler ile veren onlarca örnek var aslında etrafımızda. Mesela Marc Zuckerberg, Bill Gates, Steve Jobs bunlardan yalnızca bazıları. Bir defa, iki defa hatta onlarca defa başarısız olabiliriz. Her başarısızlık bizi daha sağlam bir başarıya götürecektir. Çünkü başarısız olmamızın arkasında yaptığımız hataları görür ve bunları düzelterek yolumuza devam ederiz. Hedefimizi belirleyip, eksiklerimizi tamamlayıp, yanlışlarımızı telafi ederek hiç vazgeçmeden devam edersek başarı kaçınılmaz olacak. Önemli olan koyduğumuz hedefe yorulsak bile hiç durmadan yürümeye devam etmektir. Bir hedefimiz olması gerektiğinin ve bu hedefe yüzümüzü dönerek koşmamız gerektiğinin en güzel örneğini Mustafa Kemal Atatürk vermemiş midir? “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”, yalnızca bir cümle, konulmuş tek bir hedef, hedefe olan tam inanç ve hiç durmadan amaca koşma, ülkemize getirdiği başarının yanı sıra tüm dünya tarihine kazınmıştır.

Hedef koymak, hedefe koşmak içinde bulunduğumuz hayattan çok daha farklı bir istek için olabilirken, halihazırda içinde bulunduğumuz hayat için de geçerlidir. Yapmakta olduğumuz meslek için de kendimize yeni hedefler belirleyebilir ve kendi gelişimimizi daha da ileriye taşıyabiliriz. Eğitim sektörü içinde olan bir öğretmen, hizmet sektörü içinde olan bir turizmci, spor sektörü içinde olan bir antrenör, sağlık sektörü içinde olan bir doktor gibi çeşitlendirilebilecek onlarca meslek için gelişim sağlamanın başlıca kuralı da hedef belirlemektir. Sorumuz ilk olarak her zaman “Kendime daha fazla ne katabilirim?” olmalıdır. Bu sorunun cevabını verdikten sonra hedefimizi belirlemiş oluyoruz. Yapmamız gereken bıkmadan, usanmadan ama her şeyden önce vazgeçmeden hedefimize doğru yol almak. Yürüdüğümüz yolda motivasyonumuzu güçlendirmek için kendimize, ünlü yazar S. Keth Moorhead’ ın “Hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde tırmanmamıştır” sözünü de hatırlatabiliriz. Koyduğumuz hedefe benzer kişilerin yaptıklarını okuyabilir, varsa filmini izleyebilir ya da konuşmalarını dinleyebiliriz. Kendimiz gibi bu yolda yürümüş ve başarmış kişilerin, geçtikleri yollarda neler yaptıklarını bilmek de bizleri hedefimize daha fazla yaklaşmamız için motive edecektir.

Özellikle son zamanlarda yaşadığımız pandemi sürecinde, evde bulunduğumuz – bulunmak zorunda olduğumuz – günlerde vaktimizi boşa harcamamalıyız. Bolca olan bu vaktimizi kişisel gelişimimize yeni şeyler katarak geçirmek günün sonunda hepimiz için artılar doğuracaktır. Mesleğimizde daha donanımlı bir yapıya sahip olabilir ve çok daha başarılı işlere imza atabiliriz. Çocukluğumuzdan bu yana bizlere öğretildiği ve her sabah ruhumuza çalışma azmi katan, saygıdeğer Reşit Galip’in bizlere söylediği gibi :

“Ülküm: Yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.”